Fırat'ın Kıyısında Bir Zaman Yolculuğu: Gerger'in Saklı Köyleri
8 Mayıs 2025 sabahının tazeleyici atmosferinde, Malatya'nın bereketli topraklarından Pütürge üzeri Adıyaman Gerger'e doğru umutla dolu bir yolculuğa çıktık. Bu keşif yolculuğunda birbirinden kıymetli dostlarım vardı: elleri sanat kokan demirci Yusuf Bayyiğit, Magma Dergisi'nin meraklı gözü yazar M. Orhan Alkaya, bilgeliğiyle yolumuza ışık tutan emekli öğretmen yazar Hasan Şahin ve bu satırların yazarı olarak , emekli öğretmen araştırmacı Fikri Demirtaş.
Bu özel yolculuğun rehberi, sevgili dostumuz Mahmut Orhan Alkaya'nın konforlu minibüsüydü.
Gezimizin kalbinde, yol arkadaşımız "Sıcak Demir Ustası" olarak tanınan ,Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın devlet sanatçısı unvanına sahip olan Bayyiğit, aynı zamanda UNESCO'nun yaşayan insan hazinesi ödülüne layık görülmüş nadir isimlerden biri. Bu prestijli ödülü, 27 Kasım 2024 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın elinden alması, sanatının ve kültürel mirasa katkısının en güzel nişanesiydi. Bayyiğit, Damascus çeliğine hayat vererek ortaya çıkardığı özel tasarım eserleriyle demircilik sanatına yepyeni bir soluk getiren Yusuf Bayyiğit hikayesi yatıyordu.
'Sıcak Demir Ustası' Yusuf Bayyiğit'e takdim ediyor.
Eğitimci yazar Hasan Şahin, Yusuf Usta'nın hayatını ve sanatını ölümsüzleştireceği romanı için değerli bilgiler toplamak üzere yola koyulmuştu. Hedefimizde ise roman kahramanı Yusuf Usta'nın doğduğu ,çocukluğunu yaşadığı yer olan, kadim Süryani atalarının yurdu Adıyaman'ın şirin mi şirin ilçesi Gerger'de saklı, tarihin tozlu sayfalarından günümüze ulaşmış Süryanilerle Ermenilerin birlikte yaşadıkları iki kadim köy bulunuyordu: Yeşilyurt (Vank), Eskikent (Temsiyas)
Gerger'in konumu ;
Kuzeyde Malatya’nın Pütürge ilçesi, doğuda Diyarbakır’ın Çüngüş ve Çermik ilçeleri ve Şanlıurfa’nın Siverek ilçesi, güneyde Kahta, batıda Sincik İlçeleri ile komşu olan Gerger,
Venk-i Ermeniyan'dan Yeşilyurt'a Bir Köyün Hikayesi
Demirci Yusuf Bayyiğitit'in akrabası, arkadaşım Eğitimci araştırmacı /yazar Muzaffer İris'in kaleminden, Güneydoğu Toroslar'ın uzantısında yer alan, Adıyaman'a 90 km, Gerger'e ise 3 km uzaklıktaki Vank (Venk) köyünün hikayesi…
Vank ismi, Erzincan, Tunceli, Giresun, Sivas, Malatya ve Erzurum gibi Türkiye'nin birçok yerinde karşımıza çıkıyor. Ancak bizim konumuz olan Venk, 2016 yılı itibarıyla 46 haneden oluşan bir yerleşim yeri.
Vank (Venk) kelimesi Ermenice kökenli olup, "büyük manastır" anlamına geliyor. Çevre Kürt köyleri bu kadim yerleşimi Zazaca "Deva Gavura", Kürtçe ise "Göndi Gavura" diye anıyor; her iki ifade de "gavurların yaşadığı köy" anlamına geliyor. Kuşkusuz, Adıyaman'ın Gerger ilçesindeki Ermeni ve Süryani yerleşim merkezleri sadece bu köyle sınırlı değil. Hut, Pembelığ, Huni, Temsiyas, Kılık, Vankuk gibi köyler de Ermeni yerleşim yerlerindendi. Köydeki tarihi mekan ve kalıntılar, M.S. 300'lü yıllarda Süryanilerin de bu köyde varlık gösterdiğini kanıtlıyor. Sözlü kaynaklar köyde 600 hanenin varlığından bahsederken, köydeki mezarlık sayısının çokluğu da bu iddiayı destekliyor.
Kaynak: Kadim Halk Süryaniler'den Derleme Makale ve Hikâyeler, ŞLOMO, Ermeni ve Süryanilerin Birlikte Yaşadıkları Bir Köyün Hikayesi / Muzaffer İris.
Bu tarihi ve kültürel zenginliğe sahip yerleri ziyaret etmemizin asıl amacı, Hasan Şahin'in kaleme alacağı roman için birinci elden bilgi toplamak ve bu otantik atmosferi romanın satırlarına taşımaktı. Yusuf Usta'nın köklerinin derinliklerine inmek, onun sanatına ilham veren coğrafyayı keşfetmek, romanın daha da anlamlı ve etkileyici olmasını sağlayacaktı.
M.Orhan Alkaya, Yusuf Bayyiğit, Hasan Şahin, Fikri Demirtaş
Malatya'nın taze bahar sabahında, yol boyunca uzanan heybetli dağlar ve şirin köyler, doğanın en canlı renkleriyle adeta birer tablo gibi bezenmişti. Bu muhteşem manzara, sanki bir ressamın özenle seçilmiş fırça darbeleriyle yaratılmış yemyeşil bir örtü gibi içimizi ferahlatıyor, ruhumuzu okşuyordu.
Rakım yükseldikçe hava tenimizi okşayan serin bir nefese dönüşüyordu. Kubbe Dağı'nın kıvrımlı yollarında ilerlerken, bakışlarımız en uzak ufka doğru kaydı. Dağların ve tepelerin ardında, koni biçiminde heybetle yükselen bir zirve göze çarpıyordu: Nemrut Dağı. Sanki bir boşlukta elini kaldırmış, kadim bir selam gönderiyordu bize. O efsanevi dağ, hala binlerce yıllık tanrılarını bekleyen o mağrur krallara ev sahipliği yapıyordu. Ve güneşe en güzel, en ayrıcalıklı noktadan bakıyordu. Dünyanın dört bir yanından insanlar, o büyülü dağın zirvesine, güneşin doğuşunun ve batışının o tarifsiz güzelliğini seyretmek için uzun ve meşakkatli yollar kat ediyorlardı. Nemrut, sadece bir dağ değil, aynı zamanda tarihin, mitolojinin ve doğanın muhteşem birleşimiydi.
1930 rakımlı Kubbe Dağı geçidini geride bırakıp, Pütürge'ye doğru yolculuğumuz Şiro Çayı'nın üzerindeki köprüden geçerek devam etti. Pütürge'nin merkezine girmeden, yakıt istasyonunu geçtikten sonra, yol ayrımında beliren köy yolları işaret levhası, rotamızı Esencik köyüne doğru çevirmemizi sağladı.
Daha önce yaptığım gezilerde gördüğüm gibi yol boyunca sıralanan köylerin hüzünlü siluetleri arasında, bir zamanların neşe dolu yuvaları şimdi sessizliğe gömülmüş, öğrenci sayısının azlığından dolayı yapılan taşımalı eğitimle birlikte kaderlerine terk edilmiş köy okulları yürekleri sızlatıyor. Bir zamanlar minik ayakların ilk umut dolu adımlarını attığı bu kutsal mekanlar, kimisi bomboş, hayalet yapılar gibi zamana meydan okuyor.
Bazıları ise, o canlı günlerden bambaşka bir kimliğe bürünmüş; saman balyalarının yığıldığı loş depolar, hayvan seslerinin yankılandığı ahırlar yahut köylünün gündelik yaşamına sığınmış evler, muhtarlık odaları olarak yeniden şekillenmiş. Kimi şanslı olanlar ise bir nebze olsun değerlendirilmiş, ancak bu durum, yitirilen o pırıl pırıl günlerin acısını dindirmiyor. Milli servetimiz göz göre göre eriyor.
Emekli öğretmen olarak bu manzara, içimde derin bir yara açıyor. O okulların gönderinde gururla dalgalanan al bayrağımız, teneffüslerde yankılanan o içten zil sesleri, her sabah göğsümüzü kabartan İstiklal Marşı'mızın coşkusu, Anadolu'nun sıcak türkülerinin nağmeleri ve minik kalplerin o tarifsiz cıvıltıları... Yıllarca sessizliğe gömülmüş ücra köylere hayat veren bu sesler şimdi suskunluğa teslim olmuş durumda. Öğretmenler, o zorlu şartlarda dahi yoksul köy çocuklarına umutla, sevgiyle kucak açıp onlara eşit bir geleceğin kapılarını aralıyordu.
Şimdi ise, o okulların bazılarının girişinde, okulun adını taşıyan solgun levhalar rüzgarda çaresizce sallanıyor. Bayrak direkleri, üzerinde artık dalgalanmayan şanlı bayrağımızın yokluğunu hüzünle bekliyor. Boş ve sessiz duvarlar, o canlı günlerin anısını bir hayalet gibi içlerinde taşıyor. Bir zamanlar İstiklal Marşı'mızın ve öğrenci andımızın coşkuyla yankılandığı, milli bayramların köy halkıyla omuz omuza kutlandığı bu kutsal mekanlar, şimdi minik yüreklerin tebeşir tozlu hayallerini, yarım kalmış sevinçlerini ve o saf umutlarını sessizce saklıyor. Bu sessizlik, bir milletin geleceğine yapılan bir yatırımın nasıl da hüzünlü bir şekilde sonlandığını fısıldıyor adeta.
Dar ve kıvrımlı köy yolunda ilerlerken, dereleri aştık, tepeleri tırmandık. Her virajda farklı bir güzellikle karşılaşıyor, doğanın cömertliğini hayranlıkla izliyorduk.
Avacık yaylasının zirvesine ulaştığımızda, adeta bir kartpostalın içine düşmüş gibiydik.
Aşağıda, ilçe merkezinin 2826 nüfuslu Gerger'in yerleşim yeri, Fırat Nehri'nin kıvrımları ve Atatürk Barajı gölünün uzantısının engin suları muhteşem bir panorama oluşturuyordu. Bu görkemli manzara karşısında fotoğraf makinelerimize ve cep telefonlarımıza sarıldık, bu eşsiz anı ölümsüzleştirmek için deklanşöre art arda bastık. Zirvenin kayalıkları arasında ise baharın müjdecisi rengarenk kır çiçekleri açmıştı. Beyaz papatyalar, canlı sarılar, derin kırmızılar ve narin eflatunlar, sanki bir ressamın fırçasından çıkmış gibi görsel bir şölen sunuyordu. Bu doğal güzellikler arasında yürürken, dikkatimizi çeken hüzünlü bir detay vardı: O yemyeşil, diz boyu otlarla kaplı geniş yaylalarda, köylerde görmeye alıştığımız hiçbir sürüye, ne ineklere ne de bir çobana rastlamadık. Bu ıssızlık, doğanın dingin güzelliğiyle tezat oluşturuyor, kırsal yaşamın geçirdiği değişime dair sessiz bir fısıltı gibiydi.
Gerger'e doğru ilerlerken, yolun kenarında sıralanmış hayrat çeşmeleri dikkatimizi çekiyordu. Bu çeşmeler, bu kadim coğrafyada yaşayan insanların su kültürüne verdiği derin önemi adeta somutlaştırıyordu. Her biri, geçen yolcuların ve börtü böcekle yaban hayvanlarının susuzluğunu gidermek, yorgunluklarını almak için özenle inşa edilmişti. Onlarca çeşme arasında, gösterişli bir mimariye sahip olmasalar da, her biri yörenin doğal taşlarından özenle yontulmuş yalaklarıyla, berrak suların aktığı huzurlu mekanlardı.
Bu çeşmelerin etrafında, suyun toprağa can verdiği noktalarda, yeni dikilmiş fidanlar umutla yeşeriyordu. Özellikle dut ağaçları, geleceğe miras kalacak gölgelikler oluşturmak üzere özenle seçilmişti sanki. Yorgun yolcuların dinlenmesi için yalakların yanına yerleştirilmiş oturma grupları, bu çeşmelerin sadece birer su kaynağı değil, aynı zamanda mola yeri, soluklanma noktası olduğunu da gösteriyordu.
Bu çeşmelerden biri, 2025 yılında Şimşek ailesi tarafından yaptırılmıştı. Sade ama anlamlı taş kitabesinde ise, derin bir bilgelik ve felsefe barındıran şu sözler yazılıydı: "Bir Damlanın Kıymetini Bilin." Bu kısa ama özlü ifade, aslında bu coğrafyanın insanlarının suya verdiği değeri, suyun yaşam kaynağı olduğu gerçeğini ne kadar derinden kavradıklarını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. Bir damla suyun bile ne kadar değerli olduğunu hatırlatan bu sözler, sadece o an için değil, geleceğe yönelik de önemli bir mesaj içeriyordu. Bu hayrat çeşmeleri, sadece susuzluğu gideren yapılar olmanın ötesinde, aynı zamanda bu topraklarda yeşeren su bilincinin, suyun kıymetini bilen bir kültürün de sessiz tanıklarıydı.
Gerger'e yükseklerden baktığımızda ise adeta nefesimiz kesildi. Aşağıda, Fırat Nehri'nin coşkun sularının Karakaya Barajı'nın dinginliğiyle kucaklaştığı o muhteşem manzara, İsviçre'nin en güzel köşelerini bile kıskandıracak bir tablo gibiydi. Bu büyüleyici atmosferde, değerli dostlarımla birlikte olmanın, sohbet etmenin ve bu güzellikleri paylaşmanın keyfi bambaşkaydı.
"Adıyaman Vank Köyü Tarih, Doğa, Yaşam" kitabının yazarı, İstanbul'da öğretmenlik yapan Gergerli Süryani dostum, demirci Yusuf Usta'nın da akrabası olan tarihçi yazar Muzaffer İris Bey ile daha önceden tanışıyorduk.15 Ağustos 2021'de, Süryani Ortodoksların Meryem Ana'nın göğe alınışını kutladığı Şahro İntikal Bayramı ("ŞUNOYO DYOLDATH LALOHO")diyerek kutlarlar. 15 Ağustos, Hıristiyanlar için kutsal olarak kabul edilen Meryem Ana'nın vefat etmesinin ardından göğe alındığı gündür.
Süryaniler iki bin yıldır, her 15 Ağustos'ta andıkları bu önemli günü “İntikal Bayramı Şahro” olarak adlandırırlar. Bu vesilesiyle, arkadaşım tarihçi yazar Muzaffer İris Bey ve diğer dostlarımızla birlikte Malatya'nın Pütürge ilçesi yakınlarındaki Uzuntaş (Peraş) köyünde yer alan kadim Mor Barsavmo Manastırı'nı ziyaret ettik. 521 ile 800 yılları arasında Süryani Ortodoks Patrikhanesi'ne ev sahipliği yapmış bu tarihi mekanın ruhani atmosferini teneffüs ederken, Muzaffer Bey'in engin bilgisiyle geçmişin derinliklerine doğru anlamlı bir yolculuğa çıkmıştık.
Muzaffer İris'in Adıyaman Vank Köyü Tarih, Doğa, Yaşam" adlı kitabında Vank için çizdiği o çarpıcı portre zihnimizde tazeliğini koyuyordu. Kitabında, dağların yamacına yaslanmış, Fırat'ın dingin sularına nazır bu kadim köyün hikayesini anlatıyordu. Vank'ın, Adıyaman ve Gerger'e bağlı bir yerleşim yeri olduğunu, Adıyaman'ın binlerce yıllık köklü medeniyetine vurgu yaparak, 1100'lü yıllarda bu topraklarda önemli bir Ermeni ve Süryani nüfusunun varlığından bahsediyordu. O dönemlerde Malatya'ya bağlı olan bu bölgede, Pütürge'deki Mor Barsaum Manastırı ve Malatya'daki Süryani Patriklik Merkezi önemli dini merkezlerdi. Gerger de tıpkı Vank gibi, Ermeni ve Süryani cemaatlerinin huzur içinde yaşadığı bir yerleşim yeriydi.
Ancak zamanın acımasız rüzgarı, eğitim, sağlık ve ekonomik zorluklar gibi nedenlerle, tıpkı diğerleri gibi bu topraklarda yaşayanları da büyük şehirlere ve yurt dışına sürüklemişti. Bugün, birçoğu yaz aylarında köylerine dönüp bağ ve bahçe işleriyle uğraşıyor, kış gelince yeniden şehirlere göç ediyorlardı. Köyde kalan nüfusun büyük bir çoğunluğu ise Müslümanlaşmış Süryanilerden oluşuyordu. Ne yazık ki, günümüzde yüzlerce köy kaderine terk edilmiş, yüzlerce manastır, kilise ve tarihi yapı ise harabeye dönmüştü.
Vank kilise taşı( Siya Kıli)
Vank'ta, köyün tam ortasında, "kilise" olarak anılan bir taş yığını üzerinde bir zamanlar görkemli bir kilisenin yükseldiği anlatılıyordu. Rivayetlere göre, bu kilisenin çan sesleri ta Siverek'ten duyulurmuş. Şimdi o taş yığının üzerinde, geçmişin acı birer hatırası olarak kiliseye ait duvar kalıntıları ve haç kabartmaları hala görülebiliyordu. Yıkılan bu kilisenin taşlarının ise bazı köylüler tarafından evlerinin inşasında kullanıldığı hüzünle aktarılıyordu.
Tarih boyunca Süryani ve Ermeni köyü olarak bilinen Vank'ın etnik yapısı bugün göçle gelen Sünni Zazalardan ve az sayıda Süryani aileden oluşuyordu. İlginç bir şekilde, Gerger'deki birçok yetenekli duvar ustası, demirci, marangoz, badana, boya ve sıva ustaları ile nalbantların bu köyden çıktığı söyleniyordu.
Fotoğraf: Murat Metin
Kilise çeşmesinin başına geldik. O an, zamanın durduğu, doğanın en saf sesinin duyulduğu bir andı. Çeşmenin taş yatağından, buz gibi, billur sular coşkuyla akıyor, adeta yüzyıllardır süregelen bir şarkıyı fısıldıyordu. Her bir damla su, güneşin ilk ışıklarıyla parıldıyor, etrafa serinletici bir ferahlık yayıyordu.
Çeşmenin yalağından taşan berrak sular, asırlık, heybetli dut ağacının köklerine doğru nazlı nazlı ilerliyordu. Bu can suyu, toprağa hayat veriyor, geçtiği her yeri yeşillendiriyordu. Ağacın gövdesi, zamanın izlerini taşıyan derin çatlaklarla bezeliydi sanki, ama dalları hala dimdik göğe uzanıyor, yaprakları hafif bir rüzgarla hışırdıyordu.
Fotoğraf alıntı : Muzaffer İris , Meydan Kilise Çeşmesi
Yüzlerce yıldır bu çeşmeden kim bilir kaç nesil su içmişti. O berrak sular, nice sevdalara, nice hüzünlere, nice yaşanmışlıklara sessizce tanıklık etmişti. Köyün en önemli buluşma noktası, bir nevi doğal iletişim meydanıydı bu çeşmeler. Sabahın erken saatlerinde testilerini dolduran kadınların neşeli sohbetleri, tarladan dönen yorgun çiftçilerin serinlemek için verdiği molalar, çocukların oyun oynarken susuzluklarını giderdikleri , hayvanların çeşmenin yalağından su içtikleri o anlar...Hepsi bu çeşmenin etrafında yaşanmış, suyun dingin akışına karışmıştı.
Çeşmenin etrafındaki taşlar yosun tutmuş, yılların yorgunluğunu taşıyordu. Ama bu yorgunluk, aslında bir tarihin, bir kültürün izlerini barındırıyordu. Akan her damla su, geçmişten geleceğe taşınan bir mesaj gibiydi. Bu çeşme, sadece bir su kaynağı değil, aynı zamanda köyün hafızası ve canlı bir tanığıydı. O gün, o çeşmenin başında dururken, sadece buz gibi suyu değil, aynı zamanda yüzyılların fısıltısını da içimize çektik sanki.
Köyün evlerinin eteklerinde, barajın dingin sularına bakan bir Süryani mezarlığı uzanıyordu. İlkbaharın tüm canlı renkleriyle bezenmiş çiçekler, mezarlığın üzerinde adeta bir halı gibi serilmişti. Bu tertemiz mezarlık, bir yerleşim yerinin sessiz ama derin kadim tarihinin tanığıydı. Mermer mezar taşları insana manevi bir huzur verirken, aynı zamanda bir zamanlar bu topraklarda, mezarlıktaki rengarenk çiçekler gibi farklı inanç ve kökenlerden insanların bir arada, barış içinde yaşadığı o güzelim yılların özlemini de derinden hissettiriyordu. Geriye, kadim Süryanilerden kalan tek şey bu hüzünlü mezarlıktı sanki. İstanbul'da ve Adıyaman'da yaşayan az sayıdaki Süryani, hala köylerindeki bu mezarlığa defin işlemlerini gerçekleştiriyordu. Suskun mezar taşlarına dokunan eller, Süryani halkının yitirdikleriyle kurduğu o sessiz ve derin bağı temsil ediyordu.
Her bir mezar taşı, aslında "Biz hala buradayız" diyen bir tarihti. Kırılan dalların, suskun toprağın ve unutulmuş yüzlerin hatırasına... Keşke tüm köylerdeki mezarlıklar bu özenle korunsa ve tarihe canlı birer belge sunsa diye düşünmeden edemiyorduk.
Caminin minaresine takılmış dört hoparlörden öğlen vakti ezan sesi ise, vadilerde yankılanıyordu.
Daha sonra, bir arabanın ancak sığabileceği dar bir yoldan ilerleyerek,köyden köye yeşil duvarlar arasında iki yanı yemyeşil bağlar ve bahçelerle çevrili, nar, dut, ceviz, badem ve elma ağaçlarını seyrederek Eski Köy'e (Temsiyas) doğru yol aldık.
Eski Köy (Temsiyas)
Eski Köy'de (Temsiyas), Adana Doğankent Belediyesinde iki dönem Belediye Başkanlığı görev yapan İsmail Özkocaman
ve diğer köylülerle asırlık bir dut ağacının gölgesinde çaylarımızı yudumlayarak barajın uzaklardaki ışıltısını seyrettik.
İsmail Bey, köyün köklü tarihini anlatırken bizi adeta geçmişe doğru bir zaman yolculuğuna çıkardı. Bu köyün de yakın zamana kadar ünlü duvar ustaları ve demircileriyle bilindiğini öğrendik. Ancak zamanla, diğer birçok köyde olduğu gibi ekonomik sıkıntılar, arazilerin yetersizliği ve eğitim gibi sorunlar nedeniyle büyük şehirlere ve yurt dışına yoğun bir göç yaşanmış.
Gerger çarşısının kalabalığı arasında, Yusuf Usta'nın bir akrabasının işlettiği, "Uzman Silah Atölyesi" tabelası dikkatimizi çekti. İçeriye adım attığımızda, gazeteci Hikmet Bakırcı ile karşılaştık. Yerel haberleri büyük bir özveriyle takip eden ve ulusal medya kuruluşlarına ulaştıran Hikmet Bey, aynı zamanda ilçesinin tanıtımı için gönüllü bir turizm elçisi gibi çalışıyordu.
Atölyenin arka tarafında, ocağın sıcaklığı yüzüne vurmuş, yaşlı bir adam oturuyordu. Hikmet Bey'in babası, "Çekçi, Tüfekçi Hacı" lakabıyla tanınan bu emektar zat, aslında eski bir marangozdu. Ancak zamanla silahlara duyduğu merak onu bu alana yöneltmişti. Küçük ama marifetli atölyesi, adeta bir zaman kapsülü gibiydi. Bir köşede özenle sıralanmış silah tamir malzemeleri, diğer köşede tamir bekleyen bir çamaşır makinesi, duvara yaslanmış yarım kalmış bir saz... Çekçi Hacı, bu mütevazı mekanda silah tamirinden beyaz eşya onarımına, hatta dut ağacından saz yapımına kadar pek çok farklı işte ustalıkla çalışıyor, yorulmak bilmeden oğluna yardım ediyordu.
Uzman Silah Atölyesi Hikmet Bakırcı, babası Çekçi Hacı
Ocağın çıtırtıları eşliğinde sıcak bir sohbete daldık. Yaşlı amca, kırışıklıklarla dolu yüzünde tatlı bir tebessümle, yaptığı işlerden, köyünden, akrabalarından bahsederken bizi adeta geçmişe doğru bir yolculuğa çıkardı. Her kelimesi, yaşadığı topraklara duyduğu derin sevgi ve bağlılığı yansıtıyordu. O an, o küçük atölyede, zamanın yavaşladığını, geçmişle bugünün iç içe geçtiğini hissettik. Çekçi Hacı'nın ellerindeki nasırlar, yıllarca süren emeğin ve ustalığın sessiz birer nişanesi gibiydi.
Adıyaman'ın Gerger ilçe sınırlarında, Fırat Nehri'nin görkemli Atatürk Baraj Göleti ile kucaklaştığı noktada yer alan ve ziyaretçilerini büyüleyen Gerger Kanyonları'nın eşsiz güzelliklerini keşfetmemiz için bizi davet eden Hikmet Demirci'ye, bu davete icabet ederek Gerger'e gelme sözü verdik.
Dönüş yolculuğumuzda ise rotamızı Adıyaman'ın Kahta ve Çelikhan ilçelerinden geçirerek tekrar Malatya'ya çevirdik. Bu doğa ve tarih dolu gezi, zihnimizde silinmez hatıralar bıraktı. O yemyeşil manzaralar ve kuşbakışı Gerger , Atatürk barajı Göletinin görüntüsü, Vank köyü ve Süryani Mezarlığı hala gözümün önünde canlanıyor...
Malatya'dan Gerger'e: Bereketli Toprakların Üretim Potansiyeli ve Atıl Kaynaklar
Malatya'dan Adıyaman Gerger ilçesine uzanan yolculuk, uçsuz bucaksız topraklar, Fırat Nehri'ne vurulan gemler ve muazzam altyapı projeleriyle dikkat çeker. Karakaya Barajı, Atatürk Barajı, modern yollar, köprüler ve tüneller, bölgeye yapılan büyük hizmetlerin somut göstergeleridir. Bu projelerle birlikte dereler, ırmaklar ve çaylar coşkuyla akmasına rağmen, bölgenin tarım ve hayvancılık potansiyelinin yeterince değerlendirilmemesi önemli bir çelişki yaratmaktadır.
Tarım ve Hayvancılıktaki Atalet
Bölgenin sahip olduğu geniş yaylalar ve verimli topraklar, tarım ve hayvancılık için muazzam bir potansiyel sunarken, ekim ve hayvancılık faaliyetlerinin istenilen düzeyde olmaması düşündürücüdür. Ülkemizde işsiz ziraat mühendisleri, veteriner hekimler, orman mühendisleri ve kırsalda yaşayan büyük bir insan gücü varken, bu kaynakların üretime kazandırılamaması ekonomik ve sosyal açıdan büyük bir kayıptır. Sulama imkanlarının artırılmasına rağmen, modern tarım tekniklerinin yaygınlaşmaması, katma değerli ürünlerin yeterince üretilememesi ve çiftçinin pazarlama sorunları gibi faktörler, bu ataletin temel nedenleri arasında sayılabilir. Hayvancılıkta ise meraların verimli kullanılamaması, ırk ıslahına yeterli yatırım yapılmaması ve besi çiftliklerinin yetersizliği gibi sorunlar öne çıkmaktadır.
Madencilik Faaliyetleri ve Yerel Kalkınma
Bölgenin dağları ve taşları, son yıllarda yabancı maden şirketleri tarafından örümcek ağı gibi sarılmış durumda. Bu durum, yer altı kaynaklarının kontrolsüz ve sürdürülemez bir şekilde işletilmesi riskini barındırmaktadır. Ülkemizin yetkin maden mühendisleri ve MTA Enstitüsü gibi köklü kurumları varken, madencilik faaliyetlerinin yerel halkın ve uzmanların denetimi dışında gelişmesi, çevresel zararların yanı sıra, bölge ekonomisine beklenen katkıyı sağlayamamasına neden olabilmektedir. Madencilik faaliyetlerinin, yerel kalkınmaya entegre edilmesi ve katma değeri yüksek ürünlerin üretimine odaklanılması, bölge için daha sürdürülebilir bir gelecek vaat edecektir.
Üretim Zorunluluğu ve Sosyal Sonuçları
Bu toprakların tarım, hayvancılık ve sanayi ile üretmesi artık bir zorunluluktur. Yıllardır tam anlamıyla yönetilemeyen bu coğrafya, toprak, insan ve doğa gibi tüm temel üretim faktörlerine sahiptir. Eğer bu potansiyel değerlendirilemezse, özellikle Mardin ve Urfa Adıyaman gibi tarihi ve kültürel mirasın yoğun olduğu Doğu illerimizde çocuklar okula gitmek yerine turistlerin peşinde dolaşmaya devam edecek ya da şehir merkezlerine göç ederek asgari ücretle iş arayacak, toprağından kopacaktır. Bu durum, kırsalın demografik yapısını bozarken, şehirlerdeki plansız büyümeyi ve sosyal sorunları da beraberinde getirecektir.
Bölgenin sahip olduğu doğal kaynaklar ve insan gücü, doğru politikalar ve sürdürülebilir kalkınma stratejileriyle birleştiğinde, Türkiye'nin gıda güvenliğine ve ekonomik refahına önemli katkılar sunabilir. Bu potansiyelin harekete geçirilmesi için kapsamlı planlamalar ve etkin uygulamalar elzemdir.
Fotoğraf Galerisi
Acaba Adıyaman Kültür Müdürlüğü şimdiye dek böyle bir çalışma yapmış mıdır?
YanıtlaSilHekimhan öncelikli yazılarını Hekimhan dergisinde yayınlamakla kalıcı kılıyoruz. Dilerim birileri de basılı yayında yayınlayarak kalıcı kılarlar.
.
Teşekkürler Fikri öğretmenim, eline koluna sağlık...