YATILI OKUL Bu Benim Hikâyem
Akçadağ Öğretmen Okulu Sömestri tatili Darende'ye giderken
oturanlardan sağdan ikincisi Fikri Demirtaş
Biz yatılı öğrenciler gurbeti o acıları filmlerde, kitaplarda değil daha küçük yaşlarımızda yaşadık. Ama bunlar bize o günlerde birer yalanmış gibi geldi...Bugün ne köy enstitüleri, ne de öğretmen okulları / liseleri var. Ancak ruhu anıları capcanlı duruyor.
Öğretmen okullarına ilkokuldan sonra en zeki ve yetenekli öğrenciler alınırdı. Sınavlar iki aşamalı ve zordu...Akçadağ öğretmen okulu sınavını 1969 yılında Darende ilçesinden on üç öğrenci kazanmıştı. Parasız-yatılılıkk sınavını kazanınca evde ailece çok sevinmiştik.
Babam Sıtma Savaş dairesinde memur olunca, memleketimiz Hekimhan'dan ben yeni doğunca çıkmışız. Çocukluğum Arapkir'de geçti, ilkokul dördüncü sınıfına kadar Arguvan'da okudum. Öğretmenim Saadet Karakaş'tı. İlkokul beşinci sınıfı Darende Cumhuriyet ilkokulunda okudum. Öğretmenim Ahmet Yüksel'di. Bizim sınıftan öğretmen okulu sınavını dört öğrenci kazanmıştı. Bu öğretmenlerimi saygılıyla anarak ellerinden öpüyorum.
Darende Cumhuriyet İlkokulu .Öğretmen Ahmet Yüksel
5.SınıfSağdan ikinci sırada birinci Fikri Demirtaş
Evden ayrılıp öğretmen okuluna gittiğimde 11- 12 yaşlarında. Yanlış hatırlamıyorsam 140 cm. boyunda, zayıf çelimsiz ,esmer bir çocuktum. Nihayet beklenen gün gelmişti. Eylül'ün ikinci haftası okulumuz açılıyordu.
Yatılı okula gideceğim gün ailece erken kalkmıştık. Sanki bayram sabahı gibiydi...
Sabahleyin açık pencereden hazan mevsiminin havası dolmuştu odaya. Bizden daha erken kalkan annem okulda bana gerekli olan temizlik malzemeleri ve çamaşırları, elbiseleri yeni alınan yeşil derili bavula yerleştiriyordu. Bu bavul yıllarca benim arkadaşım, küçük evim oldu. “Anne, günaydın” deyince birden irkildi. Bavulun başından kalktı bana sımsıkı sarıldı... O kara gözlerinden şıpır şıpır yaşlar dökülüyordu. Beyaz, uçları rengârenk boncuk işlemeli tülbendinin ucuyla gözlerini sildi…
Türkçe öğretmenimiz Gülfidan Tece
Babamın " hadi oğlum okula" deyişini duydum. Evet ! valizim hazırdı. Gitme vakti gelmişti.Annemi kardeşlerimi öperek babamla birlikte evden ayrıldım.
Akçadağ öğretmen okuluna Darende'den sınavı kazananları babam götürecekti. Okula gitmek için o gün çarşı içinde Tohma ırmağının kenarında bulunan Darende terminalde arkadaşlarla buluştuk. Gideceğimiz minibüsün çevresi ana baba günüydü. Diğer öğrencilerin anası babası çocuklarını uğurlamaya gelmişlerdi. Minibüsün üst bagajına bavullarımızı koydular. Aileleler minibüsün arkasından el sallayarak gözyaşları içinde ”yolunuz açık olsun, tadınız, tuzunuz eksik olmasın “diye gönderdiler. Arabamız hareket edince arkamızdan kovayla su döktüler. Bu durumu babama sorunca” çocuklar, bu geleneğin anlamı yolunuz su gibi olsun " demektir dedi.
Şoförün yanına ön koltuğa babam oturdu. Minibüsümüzle yılan gibi kıvrıla kıvrıla akan Tohma Irmağını takip ederek yol kenarındaki ağaçların arasından gidiyorduk. Epey sonra çocukluğumun geçtiği evi, ailemi ve Tohma Irmağı’ndan uzaklaşmıştık. Dağlara çıkıp inerken beyaz bulutlar çok alçaklarda uçuşuyor, tepelerin arasında bir kar manzarası gibi görünüyordu. Okula giden on üç çocuk hepimizin bir arada olmamız, bu yolculuğun neşeli, eğlenceli geçmesi nedeniyle sıkıcı olmadı. Arkadaşlarla gözlerimizi yollardan hiç ayırmıyorduk. Birbirimizle sohbet ediyorduk. Saatler sonra Malatya-Gaziantep karayolu üzerinde Akçadağ Öğretmen Okulu yön tabelasını gördük. Hep birden “Akçadağ Öğretmen Okulu” diye sevinç çığlıkları attık. Karşımıza birdenbire güzel, ağaçlık bir ova çıktı… Uzaktan bu ovanın içine serpilmiş Akçadağ Öğretmen Okulu binalarının çatıları gelincik tarlası gibi görünüyordu.
Gökyüzünde okulun üstünde büyük bir göçmen kuş sürüsü gergin bir yay oluşturmuş güneye uçuyorlardı. Biz de göçmen kuşlar gibi okula doğru yol alıyorduk. Minibüs dümdüz yol boyunca kayar gibi gidiyordu. Söğütler, kavaklar, çınarlar, çamlar ve meyve ağaçları okul yolunu gölgeliyordu. Her taraf yemyeşil bir cennet bahçesi gibiydi. Arabamız Atatürk büstünün önünde durdu. Dışarda, güzel bir sonbahar günü yaşanıyordu. Beydağı’ndan gelen esintiyle ağaçların arasında insanı büyüleyen al bayrak kanat çırpan bir kuş gibi dalgalanıyordu. Okul binasının önünde yeni kayıt olacak öğrencileri karşılamak üzerine dizilmiş, öğrenciler bahçede davul, zurna seslerine ayak uydurarak halk oyunları oynuyorlardı. Bazı öğrenciler türkü söylediler, mandolin çaldılar. Bizim gibi yeni gelen öğrenciler le birlikte büyük bir haz içinde kara yağız yüzlü abilerin şarkılarını, türkülerini dinledik…
Okula kayıt ve yerleşme işlemlerinden sonra babamdan artık ayrılıma vakti gelmişti. Babam elimden tutup gözlerimin içine bakarak ‘’Bak oğlum, biraz sonra ben ayrılıp evimize gideceğim. Burası senin ikinci evin, arkadaşlarınla iyi geçin, derslerine çok çalış, öğretmenlerin sözlerini dinle.” diyerek öğüt verdi. ‘’Seni çok sevdiğimizi sakın unutma. Tanrı yardımcın olsun oğul.’’ Dedikten sonra bana sarıldı iki yanağımdan öptü. “Allaha ısmarladık yavrum, artık mektup yazarsın” diyerek gelen minibüse binip Malatya'ya gitti. Babam beni bırakıp ve gidince, içime bir sızı çöktü. Gözlerim yaşardı. Gözyaşlarım burnumun kenarından sızarak akıyordu... Küçük yaştaki çocukların eğitim için bile olsa anne, babasından ayrılabileceğini bu an öğrenmiştim.
Bizi idare odasına götürdüler. İri yarı, güleç yüzlü, gözlüklerinin üzerinden bakan müdür yardımcısı bizi çok sıcak karşıladı. 13 kişi okula kayıt yaptırdık. Sınıflarımızı, yatakhanelerimizi yerini öğrendik. Müdür yardımcısı görevli abiyi çağırarak’’ Bak Süleyman bu çocuklar okula alışana kadar, bunlarla sen ilgileneceksin. Ambardan battaniye, nevresim, pike çarşaflarını al; yataklarını dolaplarını gösterirsin’’ dedi.
***
İlk kez gurbete ellerimizle bavullarımızla bir yatılı okula gitmiş olduk. Okulda yeni gelen öğrencilere yardım için seçilmiş görevli abiler bavullarımızı ellerimizden alıp yatakhanelere götürdüler.
Akçadağ Öğretmen Okulu orta kısım.
Ayaktakiler: İrfan Erbuyurucu, Fikri Demirtaş, Osman Nuri Aytekin
Oturanlar: Mehmet Boyraz, İbrahim Aktunç
Sonra ilk yemek yiyişimiz. Ve kısa bir zaman sonra ilk derslerimize başlıyoruz. Kitaplar, öğretmenler, arkadaşlar... Okulun ilk günleri, akşam olunca yatakta sağa sola döndüm ve bir türlü uyuyamadım. Akçadağ İstasyonundan geçen trenin düdüğünün sesi geliyordu. Nasıl da uzun uzun çalıyordu, Sanki bir çığlıkmışçasına içimde bir şey gerildi, acıdı. İlk defa evden ayrı bir yerdeydim. Ev gözlerimin önüne geldi. Nevresimi başıma çektim. Gözlerim yaşardı. Sessizce ağladım. Sanki bir rüyadaydım. Düşünürken uykuya dalıp gitmişim. Meğerse yatakhanede o gün gizlice ağlayan yalnız ben değilmişim…
Akçadağ Öğretmen Okulu Müzik öğretmenleri Gülseren Çığışar, Züleyha Cömert
Ortalık yavaş yavaş aydınlanıyordu. Ana binada asılı duran kampanadan ‘’Çınnn,çınnn…çınnn… Sesleri geliyordu.. Bu ses uyandırma ve kahvaltı, sabah etüdüne çağrıydı. Yatakhanenin önündeki akasya, çınar, çam ağaçları üzerinde kuşlar toplanmış cıvıl cıvıl ediyorlardı. Beydağı’nın kuru ve temiz havasını ciğerlerimize dolduruyorduk. Öğrencilerin ayak seslerini duyan kuşlar ürkerek telaşlanıp kanatlanıp uçtular. Yuvasından yeni uçan kuşlar gibi cıvıldayarak parke taşı döşeli yolun kenarında sıra halinde bulunan kantin, çeşme, terzihane, müzik binasının önünden ağaçların arasından gözlerimizi ovuşturarak yemekhanenin yolunu tutardık. Diğer yatakhanelerden çıkan öğrencilerle her tarafta insanı heyecanlandıran, coşturan cıvıl cıvıl bir canlılık görünüyordu. Her yeni bir gün mutlulukla neşe içinde geçip gidiyordu.
On iki yaşlarındaki bir çocuğun kendiyle başbaşa, ailesinden uzak, tek başına mücadele etmesi, verilen desteğe rağmen hayatını idame ettirebilmesi, ders çalışma, ödev yapma, kişisel bakımını yapma sorumluluğunu yerine getirmesi elbette çok kolay değildi. Kısa zamanda öğretmenlerimiz ve üst sınıflardaki abilerimiz bizi okula sevdirmişlerdi. Öğretmen okullarındaki bu sistem Köy Enstitülerinde olduğu gibi devam etmekteydi. Aynı memleketten gelenler dayanışma içinde olurlardı. Birbirlerine yardımcı olurlardı. Büyük sınıflarda okuyan hemşerimiz Hekimhan Ballıkaya köyünden Süleyman ağabey bizim sınıfın sorumlu ağabeysiydi. Depodan aldığımız Sümerbank damgalı battaniyeleri nevresim içine nasıl konacağını, çarşafı, pikenin serilmesini öğretti. ’Bundan sonra her sabah yatağınızı siz düzelteceksiniz. Birbirilerinizle yardımlaşarak daha da çabuk yaparsınız çocuklar’ ’Dedi.
Yatılı okulda; bir madeni veya ahşap dolabı iki öğrenci paylaşırdı. Yatağını-dolabını düzenli tutmak, çamaşırları gerektiğinde yıkamak, harçlığı idareli kullanmak, altmış kişilik bir yatakhanede iki öğrencinin altlı üstlü yattığı demir ranzalarda uyumaktır. Çoğumuz daha önce ranza ve karyola görmemiştik. Öğrenciler ranzada yatmaya alışana kadar uyurken sık sık düşenler olurdu.
Etütlerde her sınıfın başında ağabeyler dururdu. Belletici öğretmenlere de yardımcı olurlardı. Süleyman ağabey ince, uzun boylu, gözünde gözlük, siyah gür saçlı, yakışıklı bir ağabeyimizdi. Bir akşam yatakhaneye elinde sazıyla geldi. Tek tek hepimizin durumunu, derslerimizi sordu. Nasihatlerde bulundu. Alt ranzaya oturdu. Bizde etrafında bir halka oluşturduk. Süleyman abi içli içli söylediği hem ağlayıp hem bizi ağlattığı o meşhur türkü;
Havada bulut yok bu ne dumandır.
Mahallede ölüm yok ,bu ne şivandır.
Ana ben ölmedim, bu ne figandır
Burası Huş’tur,yolu yokuştur
Giden gelmiyor, acep ne iştir?
Türkünün dokunaklı ve buruk sözleri sonbaharın serinliğinde ve insanı ürperten bir rüzgârın dalgalarında yitip gitmişti. Öğretmen okulları üç ortaokul, dört lise kısımı yani yedi yıldı.Her sınıfta 35 öğrenci ve dört şube vardı. Toplam yatılı öğrenci sayısı 1200 , gündüzlü öğrenci 150 kadardı. Gündüzlü kız-erkek öğrenci çok azdı. Her sınıfta üç-dört gündüzlü kız öğrenci olurdu. Onların bir kısmı servisle Akçadağ ilçe merkezinden, köylerden gelirdi. Bir kısımda Karapınar köyünde, İstasyona yakın ev tutarlar ve oradan gelirlerdi.
Bizler, iki marş bilir ve söylerdik. İstiklal Marşı ve Öğretmen marşı idare ve derslikler binasının, Atatürk büstü önünde söylenirdi. Her cuma günü okul tatil olurken ve pazar akşamı bayrak İstiklal Marşı ile göndere çekilir ve indirilirdi. Pazartesi sabahı ise müzik öğretmeni eşliğinde İstiklal Marşı'nı bin öğrenci hep bir ağızdan söylerdi. Her öğretmen okulu öğrencisi İstiklal Marşı'nı söyletmeyi bilirdi...
"Alnımızda bilgilerden bir çelenk,
Nura doğru can atan Türk genciyiz.
Yeryüzünde yoktur, olmaz Türk'e denk;
Korku bilmez soyumuz.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun."
.....
Söylenen marşlar Gölpınar, Karapınar, Kırlangıç köylerinin semalarında dalga dalga sesimiz yayılırdı. Gönüllerimiz coşuyordu.
İki ay sonra takım elbise, iç çamaşırları, ayakkabı, palto, çizgili pijama verildi... Yeni elbiseleri giydikten sonra kendimize daha fazla güven gelmişti. Ve öğretmen adayı olduğumuza iyice inanmıştık. Tek tip elbiseler içinde eğitim ordusunun neferi olmuştuk. Nasıl seviniyoruz ama o anda… Çoğumuz takım elbiseyi ilk defa giyiyorduk. Kitaplarımızı da okul verirdi. Yılsonunda kullandığımız kitapları okula tertemiz teslim ederdik.
Akçadağ Öğretmen Okulu uçsuz bucaksız bir alana kurulmuş. Birçok binadan oluşuyordu. Okulumuzun sınırlarında ne tel örgüsü ne de beton duvarlar vardı. Okulumuzun derslikleri, yatakhaneleri, işlikler, Uygulama İlkokulu, lojmanlar kısacası bütün binalar, Köy Enstitüsü döneminde öğretmenlerle birlikte öğrenciler tarafından imeceyle yapılmıştı.
Meyve ve sebze bahçeleri, üzüm bağları, kümesleri, ahırları, arılıkları, hamamı, sinema salonu, uygulama ilkokulu, matbaası, elektrik santrali , demir -marangoz atölyesi, terzisi, berberi, kantini, kooperatifi, PTT'si , Su deposu, reviri vardı. iş makineleri, Otobüsü, pikabı okulun kapalı garajında hazır beklerdi. Okulumuzda hala Köy Enstitüsü zihniyetinde öğrenci yetiştirmeye devam ediliyordu.
Öğrenciliğimiz boyunca dersler teorik ve pratik olarak yapıldı. Bugün dersten sayılmayan Resim, Müzik, Beden Eğitimi, İş Eğitimi, Tarım, Sağlık Bilgisi gibi dersler Matematik, Edebiyat kadar kadar önemliydi. Okulda beşinci sınıf sonunda ders ortalaması 8,5 olanlar Yüksek Öğretmene gider, mezun olunca okudukları okula öğretmen olarak dönerlerdi. Bizden önce öğretmen okulları arasında öğrenci değişimi yapılıyormuş. Üst sınıflarda Batıdaki öğretmen okullarından gelen öğrenciler vardı. Bizden de oralara gitmişler.
Okuldan İstasyona kadar dümdüz yolun iki tarafına dikilmiş selviler, söğütler ve çamların arkalarında kalan meyve yüklü bahçeleri, yonca, pancar ve sebze tarlaları seyre dalarak yürünürdü. Sağ tarafta, yemyeşil bahçeler arasında kırmızı kiremitli lojmanlar, sol tarafta ise okul binaları sıralanmıştı. Okul kooperatifin yanında küçük bir postanesi, bunların önünde yola bakan tarafta mimarisi farklı beyaz taştan yapılmış büyükçe çeşme vardı. Kırlangıç dağının yamacından gelen buz gibi yayla suyu akardı. Okulumuzda her mevsimi başka bir güzeldi. Kışın kar çiçekleriyle, baharın ağaçlar bin bir renkte çiçekleriyle. Sonbaharın sarı, kırmızı, turuncu yapraklarıyla, Yazın çeşit çeşit meyveleriyle baldan tatlı kayısılarıyla ne güzeldi…
Genellikle okula Tunceli, Elazığ, Adıyaman ve Malatya’dan öğrenci alınırdı. Farklı kültürlerden arkadaşlarla aynı yatakhaneyi paylaşıyorduk. İlk yıllarda yatakhanede yatarken bazen altımıza kaçırdığımız olurdu. Hemen üzerimizi değiştirir, döşeği ters düz ederdik. Daha da ıslanırsa kimse görmeden başka koğuştan birisinin yatağıyla değiştirirdik. Yatılı okulda büyüdük. Hasta arkadaşların uykularının arasında ‘’anne’’ diye sayıkladığını duyardık.
1976 yılı Öğretmen okulu arkadaşlar
Yatılı okulda sabah erkenden kampana sesiyle sabah 6’sında uyan(dırıl)mak, Nöbetçi öğretmenin düdük sesi, ardından elindeki sopayla ranzanın demirine vuruyor. Soğuk bir demir çınlamasıyla bütün koğuş bir anda ayaklanıyor. Aceleyle yataklarımızı düzeltiyor, elbiselerimizi giyiyoruz “Sabahları annelerinin haydi yavrum kalk artık’’ bizim için sözü tatlı bir anıydı… Tuvalet ve kişisel bakım ihtiyaçlarımız için sıraya girer, beş yüz metre uzaklıktaki idare binasında bulunan yemekhaneye uykulu gözlerle gider, yemek kuyruğunda beklerdik. Yemekhanemiz, masalarımız, bakır karavanamız tabaklarımız, çatallarımız, bardaklarımız vardı. Krom çay bardaklarımız ellerimizi biraz yakıyordu, ama sonuçta sıcacık çay içiyor, reçel ve sana yağı yiyorduk.
Belki yemeklerimiz gönlümüze göre değildi. Ben doğrusu, orada, Akçadağ İlk öğretmen Okulu'nda yediğim o kuru fasulyenin, kadınbudu köftenin tadını bu yaşıma kadar bir türlü bulamadım.
Masa üzerine konmuş bakır karavanalara konmuş yemekler kepçeyle ayrı ayrı tabaklara dağıtımı öğrenciler yapardı. Yemek başkanının komutuyla yüksek sesle söyleyeceği ‘’Tanrımıza hamd olsun, milletimiz var olsun, vatan millet sağolsun ’’yemek duasını ayakta bağırarak söylerdik. Nöbetçi belletmen öğretmenin ‘’Afiyet olsun’’ sözü ile kaşıkların, çatalların hummalı çalışması başlardı. İlk hamlemiz ekmek dilimlerini kapmak olurdu. Herkes ciddiyetle nefes nefese ve iştahla yemeklerini yerdi. Başka şansımız olmadığı için sevmediğimiz yemekleri tüketmek zorunda kalırdık. Canın istemediği halde etütlerde zorla uykulu gözlerle ders çalışmak bile keyifliydi. Her şey kurallı, programlıdır yatılı okulda. Uyanma saatin, kahvaltı, yemek saatin… Her yerde sıraya geçmeyi öğrenirsin upuzuuuun…
Hasan Hüseyin Şener ve Fikri Demirtaş
Okulda kullanılan alanların bakım ve onarım çalışmalarını öğretmenlerin nezaretinde bizler yapardık. Günlük yemekhanede, yatakhanede, hamamda. Elektrik santralında, revir gibi yerlerde nöbetçi olurduk. En havalı nöbetçilik bir hafta süren okul başkanlığıydı. Son sınıf öğrencilerinden seçilirdi başkan. Yazın okullar kapandığı zaman sınıfı doğrudan geçen öğrenciler bir ay süreyle yaz çalışmasına kalırdı.İkmala kalanlarda güz çalışmasına kalırdı. Bu çalışmalarında sınıflar boya badana olur, sıra ve masalar tamir edilirdi. Bağ bahçe işleri yapılır . Bunların yanında fotoğrafçılık, elektrikçilik, ilk yardım , müzik benzeri kurslar olurdu.
Okulun dört yatakhanesi vardı . Ortaokul kısmında okuyanlar ayrı, lise kısmında okuyanlar ayrı yatakhaneler de kalıyordu. Okula ilk kayıt olduğumuz zaman biz en aşağıdaki yatakhanede kalıyorduk.
Yatakhanelerde soba yoktu. Taban ve tavanlar tahta döşemeliydi. Çift katlı demir ranzalarda yatıyorduk.
Koridorlar, koğuşlar karanlık ve kasvetliydi. Değişik bir küf kokusu genzimizi yakıyordu. Yüksekliği beş metre olan yatakhanenin, koridorları o kadar uzundu ki, ikişer kişinin kullandığı madeni dolaplar, koridorda duvar diplerine sıralanmıştı. Lavabo ve genel tuvaletlerin dışında geceleri yatakhane ışıkları kapatılıyordu. Yığma tuğladan yapılan yatakhanelerde kışın ne kalorifer vardı ne de soba vardı. Duralitten ters tavan yapılan yatakhanelerde kışın öğrencilerin nefesinden nemlenip yağmur taneleri gibi tıp tıp üst ranzada yatanların üzerine yağardı. Gündüzleri ahşap pencerelerden süzülen, ölgün ışık ranzaların üzerine düşüyordu ama yine aydınlık olmuyordu koğuşlar. Kışın hava çok soğuk olduğu zamanlarda pencerelerin kenarlarından rüzgârlar giriyor, yüzümüz mosmor oluyordu. Soğuktan kaskatı kesilen dudaklarımızı güçlükle oynatıyorduk. Ellerimizi demir ranzalara değdirdiğimiz zaman mıknatıs gibi yapışıyordu. Kış günleri yedek birer battaniye vermelerine rağmen, soğuk kış günlerinde elbiselerimizi çıkarmadan giyip yattığımız oluyordu. Yine de ısınmıyorduk. Sıcak bir yatakhanede yatıp soğuk hakkında bütün bunları uydurduğumu düşünmeyin. Üşüyorduk, dişlerimizi birbirine vuruyordu. Biz sadece güneşe güvenmek zorundaydık. Abilere sorduğumuzda ‘’Tüm yatakhaneler cezalı’’ diyorlardı. Nedenini sorunca ‘’Yıllar önce yatakhanenin birinde yangın çıkmış, dumandan zehirlenen öğrenciler olmuş ve o günden beri yatakhanelerde soba yanmıyormuş’’ Hava -10 ve üzeri olunca okul öğrenci meclisi kararıyla, battaniyelerimizi alıp kaloriferli olan Ana bina dersliklerinde yatardık. Son sınıfa geçince okulumuza yeni atanan Müdür Cafer Toksun yatakhanelere soba kurdurdu. Böylelikle yatakhanelerin cezası kalkmış oldu. O yıl çok sevindik. Sıcak yatakhanelerde yatmanın keyfini yaşadık…
Binaların temizliği ve bakımı nöbetçi öğrenciler tarafından yapılıyordu . En çok nöbetçi öğrenci ayrılan yer yemekhaneydi.
Nöbetçi öğrenciler, masalara yemek taşıma, yemekten sonra tabak,kaşık ,çatal ,bardak gibi mutfak eşyalarını toplayarak bulaşıkhaneye taşına, yıkandıktan sonra masalara dağıtma işkeriyle görevliydiler.
Kubbeli hamamımızın kapısından girdiğimizde dikdörtgen şeklinde yaklaşık 20 metre karelik soyunmalık adı verilen alana girerdik. Burada elbiselerimizi çıkarır duvardaki demir askılıklara asardık. Terliklerimizi ayağımızda, peştamal yerine şortla hamamın sıcaklık bölümüne girerdik. Ağır bir rutubet kokusu çarpardı. Nefes alırken zorlanırdık. Ortada göbek taşı ve çepeçevre 8 adet kurnaların bulunduğu alanda 20 dakikalık sürede bazen kaynar bazen de soğuk suyla yıkanırdık. Kendi havlumuzu, sabunumuzu kullanırdık. Arkadaşlarla birbirilerimizi keselerdik. Sonra bolca sıcak suyu boca ederdik. Göbek taşının yukarısındaki kubbedeki küçük yuvarlak deliklerden içeriye sızan muhteşem bir ışık seli altındaydık. Buharların arasında arkadaşlar bir siluet içinde görülüyordu.
Yıkanacak elbiseler ve iç çamaşırlarımıza okul numaramızı iğne iplikle, kendi ellerimizle işlerdik. Sınıf sınıf iplerle bağlanan çamaşırlar sanayi tipi çamaşır makinesine atılırdı. Bazen çamaşırlarımız kirlenince hamamda kendi çamaşırlarımızı yıkadığımız günler olurdu.
Yatılı okulda bir çocuğun bitlenmesi, bit salgınının oluşması demektir. Bu yüzden bitlenme ve uyuz gibi sağlık sorunları yaşanıyordu. Başımızın veya vücudumuzun belli bölgelerinin aşırı kaşınmasıyla bitlendiğimizi anlardık. Öğretim yılı içinde de yatakhaneler, dolaplar haşarılara karşı ilaçlansa da bitimiz eksik olmazdı…
Okul Müdürünün beyaz konağı
İstasyonun karşısında bulunan iki katlı kerpiç evin altında bulunan Efe Dayının bakkalından ortaklaşa alınan paket sigara ve kaçak tütün alırdık. Okul bahçesinde bulunan büyük tuvalette idarenin baskınına rağmen teneffüslerde kaçak tütünden aceleyle zurna gibi sarılan sigaralardan derin derin nefes nefes çekilirdi. Tuvaletin pencerelerden tren dumanı gibi çıkardı sigara dumanları. Öğretmen baskınına uğramamak için alt sınıflardan bir nöbetçi öğrenci beklerdi. O öğrenci belletmen öğretmeni görünce ıslıkla haber verirdi. Cibo’nun deresi unutulur mu? İlk televizyonu okul kantininde seyretmiştik. Okulda Tuncelili Hıdır, parayla fotoğraf çeker, Darende Balaban'lı Nail on dakikası yirmi beş kuruşa bisiklet kiraya vererek harçlıklarını çıkarırlardı.
Memleketten yiyecek paketi gelenin başına üşüşürdük. Yiyeceklerini paylaşmayan bazı arkadaşlarımızın dolabını açarak kendinden habersiz aldığımız olurdu. İstediği zaman kilitli dolapların ardındaki yiyecekleri ele geçiren sihirbazlar filketeyle (çengelli iğne) kilit açma ustası olmuştu.
Hafta sonları izinli çıktığımızda Malatya’ya minibüsle değil trenle giderdik. Öğrenci bileti yetmiş beş kuruştu. Biletler 2cm.x3cm.mukavva şeklindeydi. Trene binice çok sevinirdik. Bazen para vermemek için kondüktör geleceği zaman trenin tuvaletine yada kompartıman kapısının üzerinde bulunan bagaj kısmına saklanırdık. Malatya’ya giderken dışarıyı rahat seyredebilmek için, vagon koridorlarında pencerelerinden sarkardık. Sık sık görevlilerden ikaz alırdık. Trene kondüktöre yakalanmadan kaçak binmek ve trenin kapısına asılarak dışarıda gitmek, tren durmadan inmek ve tren hareket ettikten sonra yanında koşarak ona binmek gibi maharetlerimiz olurdu. Trenin içinde sevinçten attığımız çığlıklar, tren yolcularını ayağa kaldırıyordu. Ruhumuza açılan gizli çeşmelerden akan mutluluk içimize sığmıyor, dolup taşarak uçsuz bucaksız Malatya ovasını suluyordu. Okulun verdiği tek tip aynı renk takımla Malatya’ya gidince öğretmen okulu öğrencisi olduğumuz belli olurdu. Lokanta yemek yer. Sinemalara giderdik. Bazen kahvelere takılır masa tenisi, bilardo, satranç ,tavla oynardık. Lise kısmında okurken Malatya'da terzilere İspanyol paçalı kumaş pantolon, uzun yakalı gömlekler diktirir onlar giyer kız peşinde koşar hava atardık.
Malatya’dan Adana yönüne hareket eden tren 28 km. sonra ilk soluğunu Akçadağ istasyonunda alıyordu. Akşam treniyle okula dönerdik. O kömürlü lokomotiflerin tiz düdük sesi şu an kulaklarımın içinde… Kara trenin vagon tekerliklerinin çıkardığı tık tık sesleriyle, bebek gibi yorgunluktan uyuya kalırdık. Bazen Akçadağ istasyon durağını geçirdiğimiz olurdu. Doğanşehir istasyonuna kadar giderdik. Tekrar karşıdan gelen trenle geri okulumuza dönerdik ...
***
Akçadağ Köy Enstitüsü Kız Öğrencileri
19 Mayıs Atatürk’ü anma, Gençlik ve Spor bayramı çalışmaları mart ayının sonlarında başlardı. Okulun Futbol sahasında sabah derslerden önce yapılırdı. Havalar ısınınca yalnız şortla güneşin karşısında yanardık. Öğrencilerin hem yüzleri hem vücutları bakır kırmızısına dönüşürdü. Çelik gibi olurduk. Bedenimizde, şortumuzun izi çıkardı. Futbol sahasında Milli oyunlar oynardık. Bütün okulla birlikte! Harmandalı, Aydın zeybeği, halaylar.
Bayram törenleri için Malatya’ya trenle gidilir. Stada yakın Okullarda spor elbiselerimizi giyerdik. Bunlar bir beyaz keten spor ayakkabısı, eflatun renginde şorttu. Üstümüz çıplaktı. Sonra üçerli dörder sıra halinde ellerimizde Akçadağ Öğretmen Okulu ve diğer Atatürk’le ilgili pankartlarla bir disiplin içerisinde bando takımı eşliğinde en güzel marşları söyleyerek Malatya İnönü Stadyumu giderdik.
Bando kıyafeti mavi ceket, beyaz pantolondu. Şehir bizi görünce tümüyle ayaklanır, hepsi seyreder. Malatya halkı da bize özel bir ilgi gösterirdi. En son sahaya Mustafa Kemal Kız öğretmen okulu ardından, Akçadağ Öğretmen Okulu çıkardı. Kız öğretmen okulunun kızlarıyla tanışmak, konuşmak için can atardık. Onlarda bize yakınlık gösterirlerdi. Sevdalılarımız olurdu. Öğretmen okulu, spor gösterisinde, halk oyunları gösterilerinde tek bir kişi gibi hareket ederlerdi. Yüzlerce öğrenci aynı anda Müzik grubunun çalgılarının eşliğinde, öğretmenlerinin komutunu doğru dürüst duymadan bile hiç hatasız, uyum içinde gösterilerini yapar: ’ olağanüstü güzellikte bir gösteri, kıyamet bir alkış… Tören geçidinde okulumuz geçerken bütün halk ayakta alkışlardı. Her tören sonrası olduğu gibi orada törenin sonunda birinci ilan ederlerdi. Malatya’da ve Türkiye genelinde yapılan spor yarışmalarında okulumuz öğrencileri başarılı sonuçlar alırdı.
Okulun sinema salonunda; Âşık Veysel, Kul Ahmet sazı ile şiirlerini okumuştu. Hafta sonları filim izlemek en büyük lüksümüzdü. Geceleri Lise kısmı, gündüzleri ortaokul öğrencileri yirmi beş kuruşa bilet alarak izlerdik. Yılmaz Güney, Ayhan Işık, Kadir Savun, Cüneyt Arkın, Kartal Tibet, Hülya Koçyiğit, Türkan Şorayları sinemalarda tanıdık. Buralarda sevdalandık.
***
16 Mart 1848 Öğretmen Okullarının Kuruluş tarihi...17 Nisan 1940 Köy Enstitülerinin Kuruluş Tarihi...Bu yıl 16 Mart'ta Öğretmen Okullarının 173. kuruluş yıl dönümünü, Nisan ayında da Köy Enstitülerinin 81. Kuruluş Yıl dönümünü kutlayacağız... Bu okulların ortak özelliği parasız-yatılı-karma, laik, demokratik, bilimsel eğitim yapan eğitim kurumları olmasıdır...
Köy Enstitülüleri 1954 yılında ilk öğretmen okuluna dönüşür,
Öğretmen Okulları 1975'de Öğretmen Lisesi ve Anadolu Öğretmen Lisesine dönüşür...2014 yılında da Anadolu Öğretmen Liseleri toplum mühendisliği adına kapatılır...Böylece orta öğretime dayalı yaklaşık 160 yıllık öğretmen yetiştirme geleneği terk edilir ve Türkiye nitelikli öğretmen yetiştirme geleneğini kaybeder.
16 Mart Öğretmen okullarının açılış günü çok gösterişli kutlanırdı. Kutlamalar için uzun bir süre hazırlık yapılır. Bütün çevre köyler okula davet edilir, onlara yemek verilir . Tiyatro gösterileri , şiir dinletileri , müzik konserleri verilir. Çeşitli spor müsabakaları yapılır. Ve bütün öğretmenler, öğrenciler bu olay için seferber olurdu.
Dini etkinlikler için okulumuzda oruç tutan, namaz kılan öğrencilere her türlü kolaylık gösteriliyordu. Terzihanenin yanında bir oda mescit olarak kullanılıyordu. Oruç tutanlara sahur, iftar yemeği veriliyordu. Dini etkilemelere, dinden soğutmalara izin verilmiyordu. Laiklik çarpıtılmadan, en doğru biçimiyle yaşanıyordu. Okulumuzda gelenekleşmiş, laik bir çağdaş yaşam sürüp gidiyordu. Öğretmen Okullarına Yüksek öğretmen okullarından, Fen Fakültelerinden, eğitim Enstitülerinden dereceyle mezun olan öğrencilerin öğretmen olarak ataması yapılırdı ve dolayısıyla eğitimin kalitesi de çok yüksekti.
İster bizim zamanda ister günümüzde olsun. Birçok ailenin karar vermekte zorlandığı konulardan biri de yatılı okula çocuklarını göndermek oluyor. Çocukların henüz ilkokulu bitirir bitirmez, ya da ortaokuldan sonra henüz lise öğrencisi iken aileden ayrılıp başka bir kente, hiç tanımadığı bir ortama gönderilmesi “iyi bir eğitim” gerekçesi ile de olsa kolay alınan bir karar değil elbette...
Yıllar sonra bana yatılı okumak nasıl diye soranlara :
Bu yatılı okul yılları, karakterlerimizin şekillendirdiğini düşünsek de , sevgiyle ansakda . Ama her şey o kadar pembe değildir elbette: Sonuçta yatılı okuldur yaşadığımız yer. Ve tüm yatılı okul hikayelerinde olduğu gibi, bizimki de okumak için mücadele olduğu kadar, okulun ilk günlerinde geceleri gözyaşlarıyla yastığı ıslatmak da vardır..
Yaşama hazırlanmanın en keyifli yolu yatılı bir okulda okumak . Bize ayaklarımızın üzerinde durmayı öğretti. Günün planlı oluyor. Üstelik derste bir konuyu anlamadığımızda arkadaşlara sorma olanağı oluyor ...
İlk günlerde en zorlandığımız konu küçük olduğumuzdan ailelerimizden uzak kalmak ve “çamaşır yıkayıp ütü yapmak” oluyor... Bence yatılı okullar ortaokuldan sonra olmalı.
Öğretmen Okullarının 173. Kuruluş yıldönümünde en önemli talebimiz kapatılan Parasız- yatılı Anadolu Öğretmen Liselerinin, Askeri liselerin tekrar açılması, bunun yanı sıra
parasız- yatılı “Meslek Enstitüleri” adıyla yeni okul arayışını hayata geçirmektir.
Köy çocukları, kırsal kesimden gelen öğrenciler için her il' e, her ilçeye Ortaöğretim kız ve erkek devlet yurtları açılmalı. Öğrenciler cemaatların , örgütlerin eline düşmeye muhtaç olmayalar.
Her türlü özel okullar kaldırılmadan, köydeki okullar ile şehirlerdeki okulların olanaklarını eşitlemeden , herkes için eğitim eşitliği sağlamadan eşit bireyler yetiştiremezsiniz; eşitsizlikler üzerine kurulan her sistem ayrımcılıktır.
Öğretmen, öğrenci imece ruhu ve emekleriyle yapılan Köy Enstitüsü yerleşkelerinin kültürel miras duyarlılığıyla restore edilerek eğitim kurumu olarak işlevselliklerini sürdürmesi.
Cumhuriyete ışık veren, bize emeği geçen öğretmenleri saygıyla anıyorum...
Parasız yatılı okullarda yolu geçen tüm öğrencilere selam olsun…
ÖĞRETMEN LİSELERİDE YOK ARTIK!
16 Ağustos 2016’da büyük olasılıkla kasıtlı çıkartılan yangınla, Akçadağ Köy Enstitüsü ve öğretmen okulundan kalma binalar ve bağ bahçeleriyle birlikte yandığını basından duymuştum. Köy Enstitüsü 1949 yılı mezunu Ali Doğan ile birlikte 2 Kasım 2018’da Akçadağ Öğretmen Okuluna gittik. Otomobilimi yeni bina dersliklerin önüne bıraktım. Çocukluğumun geçtiği yerdeydim yine. Karapınar köyünden doksan yaşında bir ulu eğitim çınarı Ali öğretmen gerçekten farklı bir insandı. Devrimci ruhundan birşey kaybetmemiş. Ortadan biraz uzun boylu, geniş omuzlu, yüzü temmuz sıcağında yanmış kavruk toprak rengi. Cumhuriyetçi Atatürkçü bir öğretmendi. Ali öğretmen çocukluk gençlik yıllarına götüren o günleri anılarını pürüzsüz bir dille aktarıyordu. Önceden bana okul ile ilgili anlattığı bazı olaylardan etkilenerek “Kızıl Tuğlalar” diye bir öykü yazmıştım.
Köy Enstitüsü Öğrencilerinin yaptığı tuğlalar
Ali öğretmen ile birlikte gezerken bir kaç dakika içinde acı gerçek bütün çıplaklığıyla çarptı yüzümüze. Köy Enstitüsünün kurucu müdürü Şerif Tekben ’in Eğitim Başı Reyzi Pamir'in öğretmen ve öğrencileri ile imeceyle yaptığı o yeşil cennet okulumuzda ne bağ kalmıştı ne bahçe. Binalar yakılmış, yıkılmış, virane olmuş, içindekiler talan edilmişti. Sanki savaş olmuştu. Yangın yerlerinden geçtik soluk soluğa. Yanmış çökmüş binaların arasından. Artık meyve vermeyecek kurumuş, yanmış ağaçların altlarından. Yangın artıkları takılıyor ayaklarımıza, yanık kitaplar, sıralar, masalar, kalaslar, kırık sandalyeler, kiremitler, tuğlalar. Düşe kalka yürüdük saatlerce. Yağmur ince ince iniyordu yağmur yanık kokuyordu. İnsan yaşadığı okuduğu yerleri gezerken oradaki ayak izlerini düşünüyor. Görmesek de onlara bastığının izleri olduğunu, hatta göğün yüzünde seslerinin saklı olduğunu bilir…
Akçadağ İstasyonu
Tarihi Akçadağ Köy Enstitüsü, Öğretmen okulu en sonunda Anadolu öğretmen lisesi kapatıldıktan sonra bozkırlar arasındaki Akçadağ İstasyonu’nu tek başına kalmıştı. Uzun zamandan beri boşaltılan istasyon, lojmanlarının durumu içler acısıydı, Hiç kimse bir önlem almamış. Binalar kimliği belirsiz kişi veya kişilerce pencereleri sökülmüş, kapıları kırılmış, duvarları yıkılarak talan edilmiş durumda, her taraf pislik içerisinde, yazık böylesi bir intikam sorumsuzluk tarihte görülmedi. Trenin düdüğü çalmıyor. Anılarımızın yolculuğunda tıkır tıkır ilerleyen trenden inip, okul yoluna düşen öğrencilerden bir eser yok. Trenin çıkardığı ”düüüüüt düüüüüt” sesi duyulmuyor artık…
Akçadağ Aydınlığı Belgesel hazırlığı Oğlum Oğuzhan Demirtaş
Sevgili okulum sana ne haller olmuş? Nerede müzik odası öğretmen İbrahim Güleç’in o nağmeli keman sesi, öğrencilerin bağ, bahçede, yatakhanelerde flüt, akordeon, mandolin, sesleri. Nerede kuru fasulyenin, pilavın mis kokusu, yemekhanede kaşık-çatal sesleri. Gelincik tarlası gibi görünen çatılarımız, Yeşil vahada geceleri yıldızlarla dans eden binaların ışıkları nerede? Hani nerede sahalarında top oynayan öğrenciler, Nerede? Atatürk büstümüz, göndere çektiğimiz al bayrağımız…
Yetmiş altı yıldır binlerce öğrencinin mezun olduğu, rüyalarını anılarını süsleyen okulumuzu, hangi acı poyraz esip de tarumar etmiş. Anılarımızı da kül etmişler… Yerleşkede çok sonradan yapılan cami sağlam kalmış ve korunmuş. Öğrencisi olmayan, harap olmuş okulda tek başına imam kalmıştı. Cemaati olmayan okulda, yanmış yıkılmış binaların üstüne bazen merkezi sistemle bazen imam her gün sala veriliyor, ezan okunmaya devam ediyordu. Hoparlörden açılan yüksek ses, Okul yerleşkesinin etrafında bulunan Gölpınar, Karapınar, Cumhuriyet Örnek köyü, Kırlangıç köylerinin ve okulun semalarını çınlatıyordu…
Güneş gökyüzünden yitip, ışınlarını okulumuzdan çekerken Ali öğretmen ve ben yıkık binalardan Köy Enstitüsü öğrencilerinin elleriyle yaptıkları tuğlalardan birer tuğla aldık. Ali öğretmenin elleri titriyordu. Tuğlayı iki eliyle tuttu öptü. Sanki çocuğunu kaybetmiş gibi. Elinde tuğlaya bakarak konuşmaya başladı.: ”Seni bu hallere getirenlere lanet olsun” diye mırıldandı. Bir an sessiz kaldıktan sonra bir buğu bulutu çöktü ve hafif bir yağmur yanaklarımızda yol açtı. İkimizde ağlıyorduk. Şerif Tekbe’nin 1943 yılında Sultansuyunda öğrencileriyle kurduğu elektrik santralının ışığı da kesilmişti. Karanlıkta kalmış binalara bulutların arasından solgun bir ay ışığı vuruyor. ”kara bir gece” örtüyor, usulcana…
Fotoğraf yazı: Fikri Demirtaş
Akçadağ Köy Enstitüsü Eğitim Başı Reyzi Pamir sol başta oturan
Akçadağ Köy Enstitüsü öğrencileri 1949 mezunu Ali Doğan ve arkadaşları
1970- 76 yılları Akçadağ Öğretmen Okulun'da görev yapan öğretmenlerimiz. Şen Altan- Cem Belli, Fahri Haydaroğlu eşi Gülfidan Tece, Recai- Nuriye Yılmaz, Mehmet - Gülseren Kılıçoğlu, Kadir-Zerin Karabulut, Yüksel Yeşilgöz, İbrahim Güleç, Emrah Kaplan ve eşi.
Akçadağ Köy Enstitüsü yerleşkesinde okuyanlar.
Galip Çelikol , Hasan Gül, Ali Doğan , Fikir Demirtaş, Şahin Doğan
1976 yılında mezun olduğum okulun sessizliği gökyüzüne uzanırken...
28 Şubat 2020
Akçadağ Köy Enstitüsü 1949 mezunu Muazzez Yılmaz yazdığı kitaplarla
Akçadağ Köy Enstitüsü mezunu Muazzez Yılmaz.
kendi mezarlığı olan okul Akçadağ Köy Enstitüsü
Köy Enstitüsü yerleşkesinin Planı
Soldan itibaren Fikri Demirtaş, Ali Doğan, İsmail Kaygusuz, Süleyman Çelik
Okurken bir hüzün kapladı içimi. Bu güzide eğitim kurumu Cumhuriyetin en önemli kurumlarından birisi olarak ülkeye binlerce eğitim neferi yetiştirmiş ve aydınlanmanın öncüsü olmuştur. Ancak her ne hikmetse aydınlıktan ve aydınlanmadan korkan karanlık güçler ve onların işbirlikçileri bu güzelim eğitim kalesini bir daha açılmamak üzere kapattılar.
YanıtlaSilAmcamın, babamın ve dahi bir çok tanıdıklarımın egitim gördüğü bu okulun su anadaki görünümü icler acısı, bu da benim üzüntümü bir kat daha artırıyor. Dilerim Cumhuriyet değerlerine sahip çıkan bir babayiğit çıkar ve bu gidişe bir dur der. Malatyanın ve Türkiyenin eğitim tarihi açısından önem arzeden bu kurumun yok olmasına izin vermez.
ADİL AKTAŞ
E. Öğretmen