KIZIL TUĞLALAR Akçadağ Köy Enstitüsü



Kıl çadırdan doğan okul Akçadağ Köy Enstitüsü 



            Fikri DEMİRTAŞ   /  fikridt@hotmail.com


Akçadağ Köy Enstitüsü Tarihçe 

"20 Enstitüden biri olan enstitümüz de bu davanın gerçekleşmesi için Temmuz 1937  yılında eğitmen kursu halinde Akçadağ ilçe merkezindeki  Hamidiye kışlasında  çalışmaya başladı. Kışla; Selimiye kışlası biçiminden, duvarların kerpiçten yapılmış, vaktiyle bu taraflardaki isyanları bastırmaya  getirilen askerleri  barındırmak için kurulmuş  Cumhuriyetle güven ve düzen sağlanınca  boş kalmış, bakımsızlıktan çakşamış, rüzgarların ıslık çaldığı eski bir yapıdır. 31 Mart  1940 gününe kadar  burası  eğitmen kursuna yuva olmuş, son ulusal görevini yapmıştır. 

Kurs; enstitü haline çevrilince  kışlanın işe elvermiyeceği , yeni yapılar için gelecek araçları istasyondan  bin bir güçlükle taşınacağı  düşünülerek enstitünün .  Akçadağ'a 7 km. uzaklıktaki  Akçadağ istasyonu dolayında kurulması kararlaştırılmıştır. Enstitünün kurulduğu  şimdiki alan  o zaman  akreplerin, yılanların horan teptikleri , yağmurdan  yağmura  su  yüzü  gören  bir dikenliktir.  Çevresi 8 kilometreyi bulan 3162  dekarlık  alan  kamulaştırılıyor. 1941 yılı  sonlarına  kadar  bir okul kurağı , üç öğretmen evi yapılıyor . Yeni alınan öğrenciler eğitmenler, öğretmenler, getirilen  usta  ve  işçilerle  birlikte  durmadan  çalışıyorlar.  Bir taraftan ders, bir taraftan yapı, bir taraftan tarım, bir taraftan marangozluk, bir taraftan beyinlere inen sıcak , bir taraftan doyunma zorlukları, baş döndürücü çalışma ... Kış basmıştır, kurulun yarsı Akçadağ'da , yarısı istasyonda ... Kendi yetişmeleri  köye az gören Öğretmen okulu mezunu  öğretmenler  bu şartlar içinde  Köy Enstitülerini kuruyorlar.  Tabiatın, bilimsizliğin, yokluğun çökertici  baskıları altında  yeni bir nesil yetiştirmenin  zevki ve heyecanı  içinde tarih yapıyorlar.  1941 şubatında buz tutmuş tarlalar , buz dolabı atölyeler, sobayı dinlemek istemeyen  soğuk dersliklerde omuz omuza  savaştıkları ülkülerinde  yurt için çalışmanın  donmamaya  biricik ilaç olduğunu tadıyorlar.  Bu çalışma bu tat ve onun iman yüklü  verimi  öğretmenlerin  ve köy çocuklarının  uygulamada Türkçülüğüdür. İşte size bilimsel gerçek Türk Felsefesi..." ( /  Yazan Zeki Teoman Akçadağ Köy Enstitüsü Dergisi Mart 1948 sayı 10 )


İşte filmlere konu olabilecek yaklaşık 600 öğrencinin, öğretmenin, usta öğreticinin işçilerin , memurların olağanüstü bir başarı öyküsü de burada başlayacaktı.  

 Akçadağ'da  1937 yılında Eğitmen Kursu olarak açılmış. Okul müdürü Şinasi Tamer’dir. Şerif Tekben Eğitim Başı (Eğitim Şefi) olarak görevlendirilir. 17 nisan 1940 yılında Köy Enstitüleri yasası ile bu kurs, Köy Enstitüsü’ne dönüştürülür. Şerif Tekben  1942 yılında da okulun müdürlüğüne getirilir.

                      Akçadağ Köy Enstitüsü müdürü Şerif  Tekben 

Fotoğraf  alıntı

 İlk yıllarda okula öğrenci bulmak da hayli güç olmuştu. Malatya, Elazığ, Tunceli, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Muş, Bingöl, Sivas ve Erzincan illeri köy köy dolaşılarak tespit edilen ilkokul mezunları okula alınmıştı.

1940-1942 yılları arasında Enstitünün ilk Müdürü olan Şinasi Tamer’in uçsuz bucaksız, bozkırı işaret ederek öğrencilerine ve eğitmenlere söylediği şu sözleri ile toprağın tozlu kokusu ve kuru iklimin yakıcı sıcağına aldırmadan bir mucizenin temeli atılıyordu. “Bu köyler, bu topraklar sizi bekliyor. Güçlükler öğretmeniniz olacak, yapılar başarınız. Bugün ilerde şu yoldan geçenlerin gözlerini kamaştıracak bir kurumun temellerini atacağız. Biz onu kuracağız, o bizi yetiştirecek

Yıl 1941, mevsim yaz, Göç var. Toprak çocukları yeni yuvaları olacak toprağa göçüyorlar. Doğayla savaş var... Toprak çocukları  yol, kucak kucak yapı , hark, ışık, fidan dikmek için bozkıra yürüdü. Enstitü kıl çadırdan doğuyor. Köyler, Enstitülerden doğacak.


Enstitünün güneyinde doğu torosların kolları uzanır.Kırlangıç köyü ve Halep şosesi; kuzeyinde Malatya'yı Adana'ya bağlayan demiryolu ve Sultansuyu, Sultansuyu Harası; doğusunda Karapınar Köyü, batısında Kırlangıç düzlüğü vardır.

 Akçadağ İstasyonundaki üstünde kamulaştırılan  3160 dönümlük  bozkırda ki araziye çadırlar kurulmuş, bayraklar çekilmişti. Gün doğmadan her yanı dolduran kazma, kürek ve türkü sesleri, yıllardan beri hareketsiz yatan ovaya canlılık getirmişti.

Yağmurdan başka su görmemiş deve dikenleriyle kaplı bozkırda tarla açılmamış, bağ dikilmemiş doğal çevrede meşe, alıç  ve ardıç ağaçları ilk sırada yer alıyordu. Kırlangıç köyüne doğru ahlat yaban armudu ve kayaların sırasında  yaşlı davin ağacı ta uzaktan görünüyordu.

1941 yılın sonbaharı idi. Barınacak bir bina yok. Göçerlerden alınmış olan üç   kıl çadır altında  300 kişi yatıp kalkıyor. Bir taraftan tabiat şartları ile mücadele edilirken bir taraftan da okul inşaatına devam ediliyordu.  Enstitüye kurulan tuğla, kiremit ve kireç ocağı ile kereste ve metal atölyeleri vasıtasıyla, tuğladan keresteye, kireçten kerpiç dökmeye  kadar Enstitüde üretilen malzeme ile yüceden yüce imece başlar.

Yaşama şartları çetindi. Sonradan ahır olarak kullanılan barakalar işlik vazifesini görüyordu.  Öğretmen ve öğrenciler kıl çadırlarda yatıyor. Kazanlarla pişen yemekler,  karavanalarla dağıtılarak bakır tabaklarda yere bağdaş kurarak kızgın güneş altında yemek yeniliyordu.

Köhne kışladan başlayıp  istasyondaki arazide bir buçuk yıl tabiatla savaşıldı. Geceleri yıldızlar, ay ışığı altında hülyalara daldılar. Çadırlarda lüküs ve gaz lambasıyla ders çalışıp kitap okudular. Ateşler yakıldı, başında türküler söylendi. Tabiatın rüzgârına, soğuğuna, sıcağına kıl çadırlar içinde göğüs gerdiler.

★★★

 Akçadağ Köy Enstitüsü’nün gelişiminde Şerif Tekben’in emeği ve çabaları belirleyici olmuştur. Köy Enstitüsünün binalarının acilen yapılması için öncelikle tuğlaya ihtiyaç vardır. Müdürü  Şerif Tekben Malatya’ya gider. Bütün tuğla ocaklarını tek tek dolaşır. Fiyatlar tahmin edilenlerden çok yüksektir. Geri dönmek için Malatya’dan trene biner. Kompartımanda yorgunluktan gözlerini kapatınca, derin düşüncelere dalar. Tuğla hesabı yapmaktan kendini alamıyordur. Doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadı. Kendi kendine mırıldanarak “Ben de tuğla ocağı açarım’’ dedi. Kondüktörün koridorda elinde anahtarla camlara vurarak ‘’Akçadağ İstasyonu’’ bağırtısıyla kendine geldi. Trenden indi. Kara tren keskin düdüğünü çala çala yoluna devam etti.

 Okulun efsane müdürü Ş.Tekben, okulun kuruluş yıllarında, kır atına binip köy köy geziyor, öğrenci devşiriyordu. İnce ve uzun boylu, göbeksiz sarışın ,Öğrenci ve işçilerin giydikleri gri kumaştan giyerdi. Üç düğmeli ve üç ilikli, gri renk ceketli sportmen koşarcasına sert ve uzun adımlarla enstitünün köşe bucak her yerini dolaşırdı. Sonradan bir okula at arabası alınınca, at arabası ile gezer çalışmaları izlemeyi sürdürdü... Güler yüzlü, babacan, sevecen, yürekli, doğruluktan ödün vermeyen, alçak gönüllü, iyi eğitimci, iyi bir öğretmen ve başarılı bir yöneticiydi.

Okulumuza çok miktarda kayısı ve meyve ağaçları dikilmişti. Tarım derslerinde bir yandan da yenileri dikiliyordu. Okulun suyu Gölpınar denilen yerden kaynayan bir çeşmeden geliyordu.Bir yıl, her nedense bu kaynak kurudu . Fidanların kurumaması için. Öğretmenlerin eşliğinde öğrenciler tek sıra halinde Sultansuyuna kadar dizildik. Kovalarla alınan su elden ele okula kadar taşıyarak hem fidanları suladık hem de inşaatın suyu temin edilmiş oldu. "Hüseyin Gökbulut

Okuldan köylere  gönderilen kayısı fidanları, dere kıyılarında, su gözelerinde küçük bahçeler oluşturuyordu. Dağlardaki ahlat ağaçları aşılanarak ünlü Malatya armuduna dönüşüyor. Malatya'da bugün yapılan Kayısı şenliği ilk kez Akçadağ Köy Enstitüsünün kayısı bahçelerinde uç verdi ...

"İçecek ve kullanılacak suyumuzu emektar Kula (at) varillerle taşıyor fakat bir türlü bizi suya kandıramıyordu. Kızgın güneşin altında binalarımızı yapmak için çalışmaktan yılgınlık göstermiyorduk fakat şu susuzluk canımıza tak ediyordu. 


                       Ray Demiri kampana / İmitasyon

Güneş doğmuş, ilk ışıkları, sarkan meşe ağaçlarının  yaprakları arasından süzülüyordu. Nöbetçi öğrencilerden birisi telle direğe asılı  ray demirine  çekiçle vuruyordu. Siyah kıl çadırlardan fırlayan yağız delikanlıları. Kırlangıç tepelerinden içme, Keklikburnu istikametinden ziraat su  yollarına çağırıyordu. Sekiz kilometreden içecek su ve dört kilometreden derin kanallar açılarak ziraat suyu temin etmişler. Sulu tarım yapılmayan topraklarda ekim işine girişilmişti.

Su yolunda çalışmaya ayrılanlar her sabah gün doğmadan arkadaşlarıyla ellerinde  kendi yaptıkları künklerden alarak su yoluna gidiyor, geç vakitlere kadar çalışıyor, bazen de akşam yemeğine yetişemiyorlardı. Uzunluğu sekiz kilometre olan su yolunun yapılması için karıncalar gibi  çalışıyorlardı. 

Tarım alanlarında ekim-dikim işlerini hiç aksatmıyorlar, sürme, çapalama, tohum atma, fide ve fidan yetiştirme öncelikle ele alınıyordu. Çünkü yetişecek ürünler okul yemekhanesinde değerlendirilip, her öğünde önlerine gelecekti. Kısaca kendi yiyeceklerini yetiştirip, devlete yük olmamak ilk ilkeleriydi. Üretmek onların vazgeçilmez davranışları idi. Üretmeden tüketmek yoktu. Öyle öğrendiler ve de öğrendiklerini uygulayarak hep ürettiler.

Kültür dersleri oldukça yoğundu. Zaten derslerin yarısı bilgiler için, yarısı da iş alanları için ayrılmıştı. Okuyor, öğrendiklerini defterlerine not ediyor, gerektiğinde uygulama alanlarında pekiştiriyorlardı. Ağaç yetiştirmek, aşı yapmak ilk öğrendikleri işlerdi. Kurulmuş olan kaysı fidanlığında çokça kaysı fidanı yetiştiriliyor, bakımı, gübresi, ilaçlanması öğrenciler tarafından yapılıyordu. Bu çalışmalar öyle başarılı oldu ki bu fidanlardan Malatya “Kaysı Enstitüsüne de yolladılar.  Çünkü onlar “elli binlik bir meyve tohum fidanlığı”  oluşturmuşlardı. Bu fidanlardan bir kısmını köylüye dağıtırken bir kısmını da öğrencilerin köylerine yolluyorlardı.

Kız öğrencilerde tüm erkek  arkadaşları gibi onlar da okulun yapılarının tamamlanmasında ve ekim- dikim alanlarının yeşermesinde canla başla çalışıyorlardı. Emeklerinin sonucunu sevinerek bazen da gözyaşları ile izliyorlardı. Çünkü bozkırlar toprak harmanlanarak ekime elverişli hale geliyor, bir yandan da meyve ağaçları ile doluyordu. Toprağı kazıyorlar, çukurlar açıp ağaç fidanları öğrendikleri ziraat dersi bilgileri ile dikiyorlardı. Okul ağaçlandırma ve ağaç fidanı yetiştirmede öyle hızla bir yol aldı ki, artık çevreye de kaysı fidanları dağıtmaya başladılar. Malatya da bugün kayısı adı Malatya ile özdeş olarak anılıyorsa, bunun temelinde Akçadağ Köy Enstitüsü yönetiminin ve öğrencilerinin alın teri vardır. Bu alın teri o toprakları öyle helalinden nemlendirdi ve suladı ki, Akçadağ Köy Enstitüsü alanları kısa sürede ağaçları ile yemyeşil bir görünüm aldı. Bunu örnek alan çevre köyler, okulun verdiği bu ağaçlardan alarak köylerini de ağaçlandırmaya başladılar. Önceden boşla akan dereler, çaylar boşa akmadan ağaçların yeşermesine büyümesine yaradı.

★★★

Şerif Tekben, tuğla ustası bulmak için günlerce araştırma yapmıştı. Elazığ’ın Selli köyünden Muhlis Usta ve yanında getireceği üç elamanla anlaştılar. Öğretici Muhlis Usta 35 yaşlarında atletik yapılı, geniş omuzlu, siyah iri gözlü bir adamdı. Müdür, Muhlis Ustayla birlikte çevrede tuğla-kiremit imalatına elverişli toprakları günlerce araştırdılar. Bir buçuk kilometre uzakta Sultansuyu'ndaki değirmeninin altında tuğla yapmaya elverişli kırmızı toprak, killi toprak ve selin getirdiği kumlu mili bulunca çok sevindiler.

 Enstitüde öğrenciler geleneksel köy kıyafetleri yerine ’’kadın-erkek eşitliğin’’ sembolü olarak yazın açık renk ceket ve golf pantolon giymişlerdi. Erkeklerin başlarında krem rengi kasketler vardı. Ayaklarında altları kabaralı(çivili) fotinlerle dolaşan, hepsi de bronzlaşmış yüzler...

 Kızlar derslerden sonra Sümerbank’tan alınan yazlık allı güllü elbiseler giyerlerdi. Elbiselerini de usta öğretici kadın öğretmenlerle birlikte kendileri dikmişlerdi. Saçlarını da müdürün eşi Türkçe Öğretmeni Binnaz Hanım’ı örnek alarak kestirmişlerdi. Kızlar elbiseleriyle gül bahçesi gibi görünüyorlardı okulun avlusunda. 

Pazartesi günü meydandaki bayrağı göndere çekerek İstiklal Marşı’nı hep birlikte söylediler.

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;/ Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. / O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; / O benimdir, o benim milletimindir ancak.”

İstiklal Marşı okunduktan sonra, okul müdürü Şerif Tekben, yanında tuğla ustası Muhlis Bey, Küme başı öğretmenler, usta öğreticiler de hazır bekliyorlardı. 


 AKE Müdürü  Şerif Tekben 

Fotoğraf  alıntı.

Ş.Tekben  “arkadaşlar!” diye söze başladı. “Şimdi beni can kulağıyla dinleyin. Çadırlardan, kerpiç dökmekten kurtulmak,  Sultansuyu Harası’na gidip gelmekten bir an evvel kurtulmak için Sultansuyu’nda harman tuğla, künk yapmaya,   karar verdik. Yarın tuğla üretiminde çalışabilecek fiziğe sahip öğrenciler seçilecek. Günün 24 saatini öğrenciler burada tamamlayacaklar. Birbirinize yardım edeceksiniz. Bu işi başarabilmek için yürekli olacak, kendinize güveneceksiniz” diye öğüt verdi. Öğrenciler bu konuşmayı coşkulu bir şekilde alkışladılar...

İmeceye katılmak isteyenler sorulduğunda bütün kümelerin elleri havalardaydı. Köy enstitüdeki imecede ortak istek ve bilinç oluşmuştu. Büyülemişti öğrencileri. Köylerin ve toplumun imeceyle kalkınana bileceğine inanıyor, kendilerine güven pekişmişti

***

Nöbetçi öğretmen, çadırın kapısında durup baktı. Gaz lambasının isli sarı ışığı altında, çadırın içinde direkte asılı Hüseyin’in sazı dışarıdan gelen rüzgârla bir o yana bir bu yana usulca sallandı. Sonra Darende Balabanlı (Germiter) Hüseyin İpek’e dönerek “Yarın Sultansuyu’na giderken sazını yanına almayı unutma’’ dedi. Hüseyin “Unutmam öğretmenim” diyerek cevap verdi. Hüseyin uzun boylu, şişman, bronz tenli, iri gözlü, al yanaklı, sessiz bir çocuktu. O gece kimse uyuyamadı. Gökyüzünde parlayan yıldızlar, ay ışığı, çadırların içinde yanan löküs lambası, gemici feneri ve gaz lambalarının ışığıyla sabaha kadar enstitülerin sevincine ortak oldular.

Meydana betondan dikilen sütuna kampana asılmıştı. Kampana 50 santimlik çelik ray demiriydi.  raya nöbetçi öğrenci elindeki çekiçle vururdu. Tiz bir ses çıkarırdı. Çınnn, çınnnn öterdi. Çıkardığı ses bozkırda çınlayarak yayılırdı. Karapınar, Gölpınar taaa Kırlangıç köylerinden duyuluyordu. Köylüler enstitülerin çanına alışmışlar ve artık yadırgamıyorlardı.

Ders ve iş kampanasının sesi hazin bir keman sesi gibi öğrencilerin kulaklarını okşuyordu. Bu sesi duyan herkes yayından fırlayan bir ok gibi toplantı alanına koşuyor. Zaman kaybetmeden toplantı yapılıp herkes işine dağılıyordu.

Kız ve erkek öğrenciler, sabah saat 6.30 da “Kalk” kampananın sesi ile Enstitü’nün önündeki meydanda toplanıp davul, zurna, akordeon, mandolin eşliğinde, kol kola zeybek, horon, halay yöresel oyunlar oynayarak sabah jimnastiği yapıyorlardı. Daha sonra fırında çalışan arkadaşlarının hazırladığı mis gibi kokan ekmeklerle sabah kahvaltılarını yapıyorlardı.

Kahvaltıdan sonra erkek çocuklar marangozluk, yapıcılık, demircilik ve sağlık dershanelerinde; kız öğrenciler elişi, biçki-dikiş, müzik, yemek gibi iş kollarında eğitim görüyorlardı. Yaklaşık olarak derslerin yüzde 25’i uygulamalı, yüzde 75’i de nazari derslerdi.

Güneş uyanmış Kırlangıç köyünün kanatlarının arasından süzülerek Arga düzlüğüne  sarı ışığını seriyordu. Tuğla üretiminde çalışacak fiziğe sahip seçilen öğrenciler kümesi, küme başı öğretmenlerin gözetiminde ellerinde çapaları, omuzlarında bel ve kürekleri ile okuldan tren istasyonuna kadar kendi yaptıkları yolda düğüne gider gibi neşe ve heyecanla dillerinde marşlar ve türkülerle yola çıktılar. Demiryolunun kıyısından tek sıra yürüyerek Sultansuyu’nun güney yamacına vardılar. Bir buçuk kilometrelik yol böylece tamamlanmıştı. Çayın iki yamacı da söğüt, kavak, dişbudak ve çalılarla kaplıydı. Vadinin ötesi sebze ve meyve bahçeleriydi. Sultansuyu da kıvrıla kıvrıla bir yılan gibi akıyordu. Buz gibi berrak suyun içinde taşların arasında balıklar dans ediyorlardı. Kurbağaların vırak sesleri, kuş cıvıltıları ile yaz orkestrası kurulmuştu. Doğaya konser veriyordu. 

Sultansuyu’nun güney yamacında bulunan tehcirden önce Ermenilerden kalan eski yıkık değirmen; selden, sahipsizlikten yıkılmıştı. Değirmenin kalın taş duvarları durmasına rağmen yarısı toprağa gömülmüştü. Artık değirmen taşlarının hırıltısı, suyun şırıltısı duyulmuyordu.

Sultansuyu değirmenin meydanında bir imece başladı. Muhlis Usta; okulun marangoz, usta öğreticileriyle birlikte ahşaptan yeterince tuğla kalıpları yaptılar. Kalıbın içine de kabartma harfli amblemler yapıldı. Bir taraftan tuğla ocağında kullanılmak üzere Sultansuyu’nun kenarlarında bulunan kuruyan ağaçlar kesildi. Bir taraftan odunlar satın alındı köylülerden, hibe edenlerde çok oldu tabi. Öğrenciler yarı bellerine kadar soyunmuş, kazma kürek toprağa girişmişlerdi. Kovalarla,  keşkerelerle (tezkere)... Alınlarından, sırtlarından terler akıyordu. Enstitülüler beş dakikada bir sırılsıklam olan atletlerini çıkarıyor, sıkıyor, vücudunu kuruluyor, tekrar sıkıyor ve sonra giyiyorlardı. Kabarık ve güneş yanığı pazılarından bronz yüzlerinden birbiri arkasına damlalar yuvarlanıyordu.

 Güneş tepeye yaklaştıkça, öğrenciler kan ter içinde kaldılar. Nöbetçi öğrencinin çaldığı kampananın sesi Sultansuyu vadisinde yankılandı. Belli ki mola zamanı gelmişti. Öğrenciler çamur içinde kalmışlar balçıktan heykele dönmüşlerdi. Çayın suyu kurşun rengi kayaların arasından haraya doğru ilerliyordu Sultansuyu’nda ellerini yüzlerini yıkadılar. Çayın kenarına oturdular. Terlerini kuruttular. Kumanyalarını yedikten sonra küme başı: “ Evet gençler. Hep birlikte dinlenmeyi ve bu arada eğlenmeyi hak ettik. Hüseyin İpek arkadaşınızdan bir türkü dinleyeceğiz.” Dedikten sonra Hüseyin arkadaşlarının arasından kalktı, yavaş yavaş adımlarla ağaca asılı olan sazını aldı. Sazın tellerine düzen verdikten sonra geldi orta yere. Hem söyledi hem çaldı. Gençler türkülere eşlik ettiler. Hüseyin türküleri ne kadar içten, derinden kaptırarak büyük bir lirizimle okuyordu. Dile gelen sazla, sıla hasretleri içlerine oturdu.

Dinlenme ve eğlence saati dolmuştu. Bedenleri dinlenmiş, neşeleri yerine gelmişti. Küme başı yüksek sesle ‘’Hadiii enstitülüler iş başına… Ya Allah Bismillah… ‘’diye sıçrayıp kalktı.“Er aşkına, Pir aşkına, Kâbe’deki nur aşkına, diyelim, Allah, Allah...” dedikten sonra hep birlikte işlerine saldırdılar. Enstitülüler canhıraş çalışıyorlardı. Karapınar köyünden Ali Doğan ve arkadaşları, Gölpınar köyünün kuzu otlatan çocukları, tarlada bahçede çalışan kadınları, erkekleri merakla durur bakarlardı şaşırarak Enstitülülere. (1)

Muhlis Ustanın yönlendirmesiyle öğrenciler tuğla çamuru kuyularına toprak doldurularak, bir miktar su bırakılarak toprak dinlemeye bırakıldı sabaha kadar. Tuğla yapılır hale gelince ye kadar çamuru öğrenciler ayaklarıyla yoğururdu. Muhlis Usta çok çalışkandı. Yorulma nedir bilmezdi. Arada bir öğrencilere bağırır “Ensdüdülerrr! ha gayret, sizin okulunuz, eviniz olacak bu tuğlalar.” diye gençlere coşku veriyordu. Çalışanlar yüzü-gözü çamur içinde kalırdı. Öğrenciler sabahtan akşama kadar güneşin altında, çalıştılar çalışırken dinlenirken şakalaştılar birbirleriyle.

Tuğla çamuru kalıp masalarına taşındı ve burada iki tuğladan oluşan kalıplar çamurla doldurularak geniş ve düz sahaya kurumaları için bırakıldı. Kalıpçılar gidip gelinceye dek boş kalıplar çamurla dolduruluyordu. Ertesi gün aynı iş devam ettiler. Sahaya kurumak için serilen tuğlalar kuruduktan sonra öğrencilerin yaptığı fırına bir kat tuğla bir kat da odun kullanılarak hazırlanan fırınlara taşınıyordu. Fırının çevresi sıvandıktan sonra en alt kısmındaki kanallardan ateşe verildi. Tuğla olacak çamurlar kızarıncaya kadar ocak yakıldı. Köy enstitülerinin imecesi sadece tuğlayı pişirmiyor, cehaletle soğutulmuş köylünün yüreğini de ısıtıyordu şimdi.

Ateşlenen tuğla ocağının başından günlerce ayrılmadılar. Ne öğrencisi, ne ustalar ne de eğitim kadrosu. Sanki kutsal bir doğum gerçekleşiyormuş gibi saatlerce sabırla, sebatla, aşkla fırını seyrettiler. Muhlis Usta demir süngüyü eline alarak ocağı karıştırmaya başladı. Kapağı açar açmaz, yüzüne yalın bir ateş rüzgârı çarptı. Soğumaya bırakılan ocağı açtıklarında nar gibi kızarmış, AKE’ ‘A*A’ , ‘’ R B F ‘’, ‘’ A ‘’damgalı Harman tuğlaları görünce müdüründen öğretmenine, öğrencisinden meraklı köylüsüne kadar hepsi çocuklar gibi sevindiler. Birbirlerine sarıldılar. Fırından pırıl pırıl göğün kızıl yıldızları doğmuştu. Al renkli tuğlaları görenler buna toprağın rengi derler; hâlbuki enstitülülerin terlerinin, kanlarının rengiydi.

Önce kimse bir diğerine göstermeden ağladı gururundan. Sessizce… Sonra göstere göstere, ama ne gurur, ama ne ağlamak!  Gözyaşları yağmur oldu yağdı...

                            Akçadağ Köy Enstitüsü Ali Doğan arşivi

Müdür Tekben’in yüksek sesle “Hayde bre kızanlar ne durursunuz?’’ demesiyle halayın kurulması bir oldu. Halayın başında Müdür Bey bir elinde mendil yerine tuğla almıştı, eşi Binnaz Hanım, Eğitim Başı Reyzi Pamir, Müdür Yardımcısı Mümin Başoğlu, Muhlis Usta, öğretmenler, kızlı erkekli öğrenciler, köylüler davul zurna sesi sardı dört bir yanını vadinin. Tuğla ocağının çevresinde başladılar oynamaya. Vadi sanki zelzele olurmuşçasına sallanıyordu.

★★★

Bir gün sonra öğrenciler tarafından ocaklardaki tuğlalar boşaltıldı. Boşaltma işleminde öğrencilerin elleri bazen yanıyordu. Geriye tepeler gibi yığılan nar gibi kızarmış tuğlaları Sultansuyu’ndan Enstitüye götürme işi kalmıştı. Arazi yapısından dolayı kağnılar ve at arabasıyla taşımak mümkün olmadığından, insan gücüyle taşımakta karar aldılar. Öğrenciler tuğla ocağından okula kadar ip gibi dizilerek üçer adet tuğlayı elden ele vererek günlerce okula taşıdılar. Çalışan öğrenciler, uzaktan karıncalar gibi devingenlik içinde seçilebiliyordu.

Uzman Mimar (Ahsen Yapanar’ın) Köy Enstitüsü tasarımını hayata geçirilmesi için; Okula devlet iki Fargo kamyon, bir at arabası vermişti. Sultansuyu’ndaki tuğla ocağı, okula yeni yapılan marangoz binasının yanına kuruldu. Kamyonlar gelince kum, çakıl, taş, keresteler inşaat malzemeleri daha çabuk taşındı. Gün doğmadan her yanı dolduran kazma kürek ve türkü sesleri yıllardan beri hareketsiz yatan ovaya canlılık getirdi.

Enstitüler temelin atılacağı binanın yerine geldiler. Tören alanı bayraklarla, bez afiş dövizlerle süslenmişti. Davul ve akordeon sesleri sevinç çığlıkları içinde tören yapıldı. İstiklal Marşı’nın okunmasından sonra Şeref Tekben Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini okudu. Öğrencilerde hep bir ağızdan tekrarladılar. ‘’Muhtaç olduğun kuvvet damarlarında ki asil kanda mevcuttur. Ne Mutlu Türküm diyene’’ diyerek bitirince herkes çılgınca alkışladılar.

Okul Müdürü Şeref Tekben temele ilk kazmayı salladı. İlk kazmanın vurulmasından sonra günlerce, aylarca Enstitü bir okul değil adeta büyük bir şantiye gibiydi. Özel iş elbiselerini giymiş öğrenciler, tuğla üzerine tuğla koyarak duvarları yükseltiyor, elden ele taş taşıyor, tutamaklarından kavradıkları teskerelerde, karılmış betonu yükseklere çıkarıyorlardı. İskele üzerinde taş kavuşturanlar, harç kavuşturanlar, taş kıranlar, 

Bu sevinç uzun sürmedi. Kızgın topraktan tüten sıcaklık artıkça artmıştı. Cırcır böcekleri uyanmış sesleri dört bir yanı sarmıştı. Öğlen sıcağında yemekten sonra tuğla taşıyan öğrencilere mola verilmişti. Adana tarafına giden trenin düdüğü vadide yankılandığında sanki bir çığlıkmışçasına içlerinde bir şeyler gerildi, acıdı. Kızgın güneş altında Hüseyin İpek elindeki üç tuğlayı başının altına yastık yapıp yeni yapılan duvarın gölgesine uzanmıştı. Trenin uzaklaşan seslerini, şaşırtıcı bir ilgiyle dinleyerek daldı.

Nasıl olduysa oldu, tuğla  duvar bir gürültüyle göçtü. Hüseyin duvar altında kaldı. Arkadaşları onu kurtarmak için seferber oldular. Küreklerle, elleriyle  molozu  eşeliyorlardı fakat ne yazık ki onun cansız bedenini çıkardılar. Enstitü doktoru Dr. Kemal San elinde çantası ile nefes nefes geldi. Elini eline aldı, nabzını dinledi. Kalbine baktı. Gözleri nemlendi. Öğrencilerin bağırtıları, feryatları Sultansuyu vadisinde yankılanıyordu. Enstitü ilk eğitim şehidini bu acı olayla vermişti. 

Akçadağ köy enstitüsü öğrencilerinden Hüseyin İpek'in okulun inşaatında çalışırken  duvarın altın kalarak yaşadığı trajik ölümle unutulmaz bir anıya dönüştü. Okul müdürü Şerif Tekben, Hüseyin'in cenazesini Darende'ye taşıma imkânlarının olmadığını fark eder ve en yakın Karapınar köyü mezarlığına defnetmek yerine, okulun kendi arazisine gömme önerisinde bulunur. Yer tespiti için Adana-Antep yolu üzerindeki tarihi  Polat  yolunun altındaki bozkır tepesi, meşe ağaçları altı olarak seçilir. Hüseyin İpek'in cenazesi, bu manevi mekânda kılınan cenaze namazının ardından defnedilir. Hüseyin’in dinlenmek için başının altına koyduğu o üç tuğlayı da arkadaşları mezara koydular.

               Akçadağ Köy Enstitüsü mezarlığı 


Bu özel mezarlık, eğitim şehidi Hüseyin İpek'in ardından ilk defa bir öğrencinin, sadece 15 yaşında hayata veda etmiş bir eğitim şehidinin yattığı bir yer halini alır. 

Okulun öğretmenlerinden Ahmet Kun’un eşi genç yaşta doğumda gözlerini kapayan Hüsniye Kun öğretmen,  Karapınar köyünde kiralık bir evde oturan okulun şoförü Azmi Bey ve altı aylık bebeği evlerinde çıkan yangında ölmüşlerdi. Bebek babasıyla birlikte gömülmüştü.  Tuğla yapımında çalışan Elazığlı bir işçide bu mezarlığa gömülür.

Yıllar geçtikçe, bu mezarlık sadece öğrencilerin ve okul personelinin değil, bir topluluğun birlikte geçirdiği anıları ve fedakarlıkları simgeler. Okulun arazisi içindeki bu mezarlık, belki de dünyada eşi benzeri olmayan, duygusal bir hikayenin izini taşıyan bir okula dönüşür.

Meşe ağaçlarının dalları hışırdadı. Kuşlar geldi. Dallara kondular. Cenazeyi gömenler, gam keder içinde ağlayarak okullarına geri dönerler. Şeref Tekben’i, öğretmenleri, öğrencileri bu acı olay çok etkiler. Yakın köylerden okula  taziyeye akın akın insanlar gelir.

★★★


Her hafta öğrenciler tarafından hazırlanan duvar gazetesinde bütün köy enstitülerindeki gelişmeler ve olaylar yayınlanıyor ve öğrenciler tarafından dikkatle okunup izleniyordu. Cumartesi günleri meydanda, herkesin görüşünü serbestçe açıklama, konuşma ve tartışma yapabileceği bir kürsü kurulurdu.

Akçadağ Köy Enstütüsü tarihine müdür Şerif Tekben’in bir başka önemli katkısı, onun büyük çaba ve emeği ile kurulan matbaası olmuştur. Elazığ’da satılık bir matbaa haberi duyulunca Türkçe Öğretmeni Mithat Erden'i   makineleri Elazığ’dan alıp okula getirmesi için görevlendirdi. Akçadağ Köy Enstitüsü’ndeki gelişmeleri ve etkinlikleri diğer Enstitülere iletmek ve diğer Enstitülerdeki gelişim ve etkinlikleri duyurmak üzere öğrencilerle birlikte “Yeşil Kuşak, Akçadağ Köy Enstitüsü” adıyla bir dergi çıkartmağa başladılar. Ayrıca okulun bütün basım ve kırtasiye işleri usta öğreticin gözetiminde öğrenciler tarafından buradan hazırlanıyordu.




Bu matbaada yayınlanan  “Akçadağ”  adını verdikleri dergide öğrencilerin şiirleri, öyküleri ve enstitü çalışmaları yayınlanırdı.  Tekben matbaa için makine aldığını ilk başlarda Ankara’dan gizler. Fakat Tonguç, bunu haber alır, Tekben’e şifre ile ulaşır, onu özendirir, kutlar ve ‘matbaa büyük kuvvettir. Bunu sağladığın için tebrik ederim’ ifadeleri ile Tekben’i yüreklendirirdi. Müdür Bey’in ’’ Kalkındırılacak Köy Yolunda Kitabı’’ okulun basımevinde basılan bu kitap baş sayfasında " ülküsü uğrunda ölen öğreci arkadaşım Hüseyin İpek'e" diye başlar.


1942 yılında yapılan işlerin resmi listesi akıllara durgunluk verecek nitelikteydi. 70 metre uzunluğunda bir okul, 85 bin oluklu kiremit, 110 ton kireç, 220 bin tuğla imali, yeniden 200 tabure, 60 masa, kendi buğdayından kışlık bulgur, 1000 dönümün hasattı, 600 dönümün ekimi, bir çeşme 30 bin kavak. Enstitüde yapı temelleri kazılırken bir yandan da fidan çukurları açılıyordu. Devlet işletmelerinden alınan meyvalı, meyvesiz fidanlarla ormanlar kuruluyordu. Okuldan istasyona kadar yol boyunca dikilen Selvi ağaçları güneş vurunca pırıl pırıl parlıyordu.


                 Akçadağ Köy Enstitüsü  ( Alıntı)

Sultansuyu’nda ki değirmen Köy Enstitüsüne satılır. 1943 yılının en başarılı işi enstitüyü elektriğe kavuşturmak olur. Önce içinde evi de bulunan santral binası yapılır. Türbin, tel ve dinamo için kredi alınır, direkler ise çok uzak  Sultansuyuna yakın çevre köylerden  suyun içinde günlerce çekilerek getirilir. Eğitim Başı Reyzi Pamir babayiğit öğrencilerle Sultansuyuna girip elektrik direklerini çakarken grupları soğuk suda ekip değişikliği yaparlar. Bin bir zahmetle köylülerinde yardımıyla elektrik direklerini dikerler. Bir gün Eğitim Başı Reyzi Pamir suda çok kalınca ayakları uyuşmaya başlar suya düşer, yarı baygın sudan çıkarırlar. Birkaç gün dinlendikten sonra tekrar öğrencilere yardıma gider.

  Şerif Tekben AKE kütük defterinden alıntı


Şerif Tekben Canlandırılacak Köy Yolunda kitabı 10 Eylül 1943  ” Elektriğe kavuşma isteği gitgide bir aşk dalgası halini aldı, hepimizi sardı. Çamaşırcı kadınlar, aşçılar dâhil kadın kızan herkes sabahın erken saatlerinde Sultansuyu’ndayız. Bütün enstitü halkı sırtlarında yapı malzemesi taşıyarak, kazma sallayarak, harç kararak, duvar örerek geceli gündüzlü çalıştık. Ve bugün, akşama doğru santral binasında her iş sona erdi. Gaspar Usta şalteri indirince tepemizdeki ampulün tel tel kızardığını, sonra parlayıp nur olduğunu görünce dışarı fırladık. Dik yokuşu tırmanarak koşmaya başladık. Soluk soluğa demiryoluna varınca Enstitü ışık içinde pırıl pırıl karşımıza çıkıverdi. Bir adım daha atacak gücümüz yoktu. Oracığa, toprağın üstüne yığıldık. Uzaktan alkış ve türkü sesleri geliyordu. yazıyordu.

O tarihlerde Köy Enstitüsünde şıkır şıkır elektriğe sahipken, Malatya’nın pek çok yerinde elektrik yoktu. Geceleri Enstitüde elektrik ışıklarının uzayıp giden ovanın üzerine çöken zifiri karanlığı delerek kızıl tuğlalarla cilveleşmesi, doyumsuz bir görünüm veriyordu. Bir zamanlar dikenden başka bitkisi olmayan Arga bozkırında Şerif Tekben, Eğitim Başı Reyzi Pamir ve Müdür Yardımcısı Mümin Başoğlu, Ziraat Başı Memduh Apaydın, Sanat Başı Halim Diker'le kurulan ekip bu ağır ve tarihsel görevi yüklenerek öğretmenlerin ve öğrencilerin emeğiyle, çalışarak üreterek önce kaderlerini, sonra ülkenin kaderini değiştirmek üzere bozkır bir vahadan, bir eğitim kurumu yaratmışlardı.

★★★

Yosun yeşili gözlü Şerif Tekben ’in bozkırdan yeşil vahaya çevirdiği okulun lacivert gökyüzünden 21 Eylül 1983 günü bir yıldız kaydı. Şerif Tekben’in İstanbul’daki mezarı başında Nebi Dadaloğlu bir şiir okuyordu.

’Edirne’den Akçadağ’dan / Davul gümbürdüyor. / Seğmenler hazır. / Efem toprağa diz vuruyordu / Çatlamış dudak, nasırlaşmış el / Çölün tam ortasında / Siteler kuruyordu. / Bir gün geldi ki sormayın / Tomurcuktaki çiçeği / Sam yeli çaldı. / Ben dağbaşı öğretmeni / Yüreğimde kutlarım / Şerif Tekben’leri… ‘’

Uzun lafın kısası Köy Enstitüleri, üretim içinde eğitime en güzel örnekti. Bu eğitim anlayışı sürdürülebilseydi, bugün ülkeyi yönetenler kimler olurdu dersiniz? Böyle kültürel mirasları olup da binalarına dahi sahip çıkmayan yeryüzünde acaba bir devlet var mıdır?

Akçadağ gibi bir Düziçi, bir Cılavuz, bir Hasanoğlan’ı ve diğerlerini kurarken acı çeken, sevinen o gerçek eğitim savaşçılarını saygıyla anıyorum…

       Fikri Demirtaş  Akçadağ Köy Enstitüsü 

1 Kasım 2018 Güneş, Akçadağ'ın arkasında yavaş yavaş kaybolurken, 1949 mezunu Ali Doğan Öğretmen, 1976 mezunu öğretmen Fikri Demirtaş Akçadağ  Köy Enstitüsü  yerleşkesinden7 Ağustos2016 yanmış yıkılmış binalar, ağaçlar arasında ellerinde  hatıra olarak öğrencilerinin ürettiği tuğlalardan alarak ayrılırlar.

 

Fotoğraf Galerisi

             Akçadağ Köy Enstitüsü Şerif Tekben Arşivi



   
   Öğretmen Lisesi 1976 mezunu Fikri Demirtaş, 1949 AKE  Ali Doğan 


                2018                                               1976









               Akçadağ Köy Enstitüsü  Sevgi Yolu






     

               Akçadağ Köy Enstitüsü Hamam





Fotoğraf: Alıntı / Şerif Tekben Kız torunu Akçadağ köy Enstitüsü 
                                        Arşiv - İmece grubu gezisi 2019 Nisan 


                                       


       
        Arşiv - İmece grubu gezisi 2019 Tunceli- Ovacık gezisi 2019 Nisan 


                   Akçadağ Köy Enstitüsü Çeşme







                                            


                                                              
                                     
                           

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hekimhan - Basak Köyünde Kış Yarısı Geleneği Kuşaklar Boyu Yaşatılıyor.

AĞ TOPRAK ; BİR HEKİMHAN ÖYKÜSÜ

Malatya Hekimhan İlçesi Dursunlu Mahallesinde Dört Yüzyılık Ceviz Ağacı.