AKÇADAĞ KÖY ENSTİTÜSÜNDE YETİM SALİH'İN ÖYKÜSÜ
Akçadağ Köy Enstitüsü mezarlığı
Gelin Abla, yıllar önce eşini kaybetmiş bir kadındı. Kış aylarını Hekimhan'da geçirirlerdi, ancak yaz geldiğinde Cüzüngüt'e göç ederlerdi. Bahçelerinde, adını Soğukpınar'dan alan bir su kaynağı bulunurdu. Bu kaynaktan aldıkları soy isimleriyle gurur duyardılar.
Bahçelerinde iki prefabrik ev vardı. Birinde Gelin Abla ve öğretmen oğlu kalırlardı, diğerinde ise büyük kızı yaşardı. Hekimhan'dan Güzelyurt'a giderken, Hasarın Kayası'nda muhteşem bir manzara fotoğrafı çekilirdi. Köyün panoraması, yeşil bir deniz gibi uzanırdı. Baharın gelmesiyle birlikte coşan su kaynakları, "Alakilise, Uğur Pınar, Kaynarca, Tıpkı Ocağı" gibi çeşitli gözelerden buz gibi akan sularla dolardı. Bu sular, içme suyu olarak kullanılmanın yanı sıra tarım sulamasında da önemli rol oynardı.
Gelin Abla'nın köydeki anıları, zamanın tınısıyla bütünleşmiş, unutulmaz bir hikayeydi. Yaz tatilleri, kayınları, eltisi ve çocuklarıyla bir araya gelip sazların, kemanların melodisi eşliğinde türküler söyledikleri günler, masal tadında anılarla doluydu.
Ancak zaman, her şey gibi Gelin Abla'yı da değiştirmişti. Artık yaşlanmıştı. Sırtı kamburlaşmış, boyu küçülmüştü. Başında bazen beyaz tülbent, bazen renkli yazma... Anadolu'nun simgesi olan bu başörtülerinden biriyle, geçmişin izlerini taşıyarak yaşamını sürdürüyordu.
Gelin Abla, asla vazgeçmediği inancı ve gelenekleriyle tanınıyordu. Saçının görünmesinden hiç rahatsızlık duymaz, beş vakit namazını kılardı. Ezberlediği duaları okur, yaşına meydan okuyarak el örgüsü yapar, roman ve hikâyelerle dünyalara açılırdı. Radyo ve televizyon haberlerini takip etmek, onun için bir alışkanlıktı. 14 yaşında evlendiği günlerden bu yana 90 yaşına dayanan bu yaşlı kadını, akrabaları ve komşularının çocukları hala "Gelin Abla" diye çağırıyorlardı. Ve böylece, yaşamın içindeki her anıyla, Gelin Abla köyde yaşayan bir efsaneye dönüşmüştü.
Gelin Abla, bahçesindeki evinde köyün sakinliğinin ve doğanın eşsiz güzelliğinin tadını çıkarıyordu. Çocukları ve torunları, onu yalnız bırakmıyor ve sık sık ziyaret ediyorlardı. Akrabaları ve komşularıyla birlikte, yaşlı akasya ağacının altında oturup keyifli sohbetler ediyorlardı.
Gelin Abla'nın bahçesi, bereketli bir cennet gibi görünüyordu. Meyve ağaçları arasında dolaşırken, yaşlı ceviz ağacının tepesinde gezen değinler ve sincaplar, kabukları çatlamış cevizleri toprağa bırakarak bahçenin zenginliğine katkıda bulunuyordu.
Soğukpınar kuyusunun etrafında, salkım söğüt ağacı saçlarını kuyuya sarkıtmıştı. Selvi ağaçları, göğe yükselmiş bulutlara selam verirken, tel örgü ile çevrili kuyunun etrafındaki güllerin hafif kokusu, bahçe kapısından içeriye kadar yayılıyordu. Evin balkonundaki asma ise, siyah, sarı, beyaz ve mor üzümlerle dolup taşıyordu, misafirlere ziyafet veriyordu. Gelin Abla'nın bahçesi, doğanın armağanlarıyla dolu, huzur ve bereket dolu bir dünyayı yansıtıyordu.
Gelin Abla’nın köydeki evine gurbetten büyük kızı, küçük kızı ve torunları gelmişti. Gelin Abla, torunlarına önceden söz vermişti; onlara kendi köyü Karamahmut’u, çocukluk günlerini ve anılarını anlatacaktı. Akşam yemeğinden sonra, sessizce odasından çıkan Gelin Abla, üzüm asmasının altına kadar yürüdü. Bahçede oynayan torunlarının sesleri yankılanıyordu. "Çocuklar!" diye seslendi. "Hadi gelin, akasya ağacının altındaki divanda toplanın. Size anılarımı anlatacağım." Beş torun, divana sırayla oturdular. Gelin Abla, karşısındaki sandalyeye oturdu ve önce torunlarına tek tek gözlüğünün üzerinden baktı. Derin bir soluk aldıktan sonra anılarını anlatmaya başladı:
“Biz Karamahmut köyünde oturuyorduk. Evin en büyük kızıydım, annemin ilk göz ağrısı bendim. Bir kız, bir de erkek kardeşim vardı. Okuldan eve geldiğimde hasta olan anneme ev işlerinde yardım ediyor, akşamları da gaz lambası altında dersime çalışıyordum. Okuldan geriye kalan zamanlarda da koyunlarla, bağla, bahçeyle ilgileniyordum. Oraya git, buraya git, kardeşlerine bak…
Onun için çocukluğumu hiç yaşayamadım. Oysaki ben okumayı çok istiyordum, öğretmenim beni çok severdi ve derslerim çok iyiydi. Annem her daim ‘kızım sen beşi bitir, seni Akçadağ Köy Enstitüsüne yollayacağım’ derdi. Annem, ben ilkokul üçüncü sınıfa giderken vefat etmişti. Annem ölünce babam beni okutmak istemedi. Ve o gün bütün hayallerim uçup gitti. Günlerce gizli gizli hep ağladım. Artık evin tüm işleri omzuma yüklenmişti. Okuyamamak içimde bir yara olarak kaldı…” Gelin Abla'nın sesi, hüzünlü anılarıyla doluydu ve torunları, onun geçmişindeki zorlukları daha iyi anlamaya başlıyorlardı.
Gelin Abla, çocukluğunda şahit olduğu olayları anımsayıp zihninde yeniden yaşamadığı bir tek gün yok gibiydi. "En güzel çocukluk anılarım da okulda yaşadığım mutluluklar ve annemle geçen güzel günlerdi," diye düşündü. Annemin; orta boylu, buğday tenli, siyah saçlı ve siyah gözlü, çok çekingen bir kadın olduğunu hatırlıyorum, diye devam etti düşünceleri. Babam, annem öldükten 2 sene sonra benim yaşımda bir kızla evlendi. O da çocuktu, beraber oynardık. Ne yazık ki, üvey annem, annemin yaptığı işlerin nasıl yapılacağını bilmiyordu ve bu da benim yükümü daha da arttırıyordu.
Gelin Abla'nın gözlerinde, geçmişe dair derin bir hüzün vardı. Çocukluğunun masumiyeti, annesinin sevgisi ve babasının evlenmesiyle birlikte yaşadığı zorluklar, onun hayatının temel taşlarıydı.
"Gelin Abla, o zaman sahip oldukları şeyleri yâd etmekten tarifsiz bir mutluluk duyuyordu. "Küçükken hayaller kurardık, herkesin hayali aynı: Okumak... Ama büyüklerimiz işimizin çocuk doğurmak ve kocalarımıza hizmet etmek olduğunu söylüyordu," diye düşündü. "Küçük yaşta evlendirildik, o hayallerimiz hep çocuklukta kaldı bir de aklımızda…"
Gelin Abla'nın sesinde, geçmişe dair bir burukluk ve içsel bir hüzün vardı. Köylerindeki doğanın güzellikleri, meyvelerin tatlılığı ve çocukluk hayallerinin gerçekleşmemişliği, onun yaşamının önemli parçalarını oluşturuyordu.
Gelin Abla, köyünü anlatmaya devam etti… “Köyümüzün batısında İndibi, güneyinde Uma Dağı, doğusunda Mağara dört tarafı korunaklı bir çanak gibi 50, 60 haneli bir yerdi," dedi. "Yaşlıların anlatımlarına göre köyün eski yeri Tengilli imiş. Tengili; Karamahmut ile Güzelyurt arasında bir yerleşim yeri oradan yalnız bir göze kalmış. Alıç ağacının dibindeki gözenin suyu İndibi’nden geliyormuş. Bu köyde halk kolera hastalığına yakalanmış, çoğu ölmüş. Bir tek Mahmut’un ailesi kalmış o da Karamahmut’u yurt tutmuş, adı buradan geldiği söylenmektedir. Birinci Dünya Harbinde Muhacir olarak köyümüze Erzurum Tortum’dan Muhacir Mahmut, Suvakçı Yusuf Bayburt’tan Kasap Celal ve Kasap Kazım gelmişler.”
Torunları büyükannelerini pür dikkat dinliyorlardı, o devam etti. “Köyün evleri gibi okul da kerpiçtendi, yağmur yağınca sınıfımız şıp şıp akardı. Mehmet Çam öğretmenimiz loğ olmadığından öğrencileri dama çıkarıp ayaklarıyla çiğnettirirdi, öğretmenin pos bıyıkları ve heybetinden çok korkardık." Gelin Abla'nın anlatımıyla, köyün tarihini ve günlük yaşantısını canlı bir şekilde hayal etmek mümkündü. Özellikle geçmişe dair anıları, torunların köylerinin geçmişini daha iyi anlamalarını sağlıyordu.
Köyün çocukları, baharın gelmesiyle birlikte heyecanla kalaycı Yan Ali'nin evinin yanındaki avluya akın ederdi. Elbiseleri yırtık, ayakları çıplak olan bu çocuklar, kalay yapma ritüeline katılmak için sabırsızlanırdı. Yan Ali, kalay malzemelerini avlunun ortasına yerleştirir ve çocuklar koşarak etrafını sarmalardı.
Yan Ali, koyu esmer teni ve simsiyah gözleriyle kalay yaparken, meşe odunlarından yükselen kor ateşiyle etrafı aydınlatırdı. El körüğünü çocuklar sırayla çekerken, Yan Ali gururla meşe odunlarından oluşan ateşin gücünü gösterirdi. Ardından, kalaylanacak bakır teşti eline alır ve sıra ile tüm kap kaçaklarına dikkatlice kalay sürerdi.
Yan Ali'nin hikayeleri ise kalay yaparken bile dinlenirdi. Amerika'ya giden bir yeğenin hikayesi, bibisinin evliliği, çocuklarının olmayışı... Her biri, köy halkının ilgisini çeker ve kalay yapma işini daha da keyifli hale getirirdi.
***
Köyümüz, asırlık ceviz ağaçlarıyla süslüydü. Yaprakları gümüş gibi parlayan, dalları tarih kokan bu ağaçlar, köy halkının gururu ve yaşam kaynağıydı. Ancak, 1950'li yıllarda köyün huzurunu sarsan bir olay yaşandı. Yurtdışında, özellikle de İtalya'da, kiliselerin ve tarihi eserlerin yenilenmesi için ceviz ağaçlarına ihtiyaç duyuldu.
İtalyanlar, Anadolu'nun derinliklerinden, Hekimhan'dan, ceviz ağaçlarını kesip mobilya yapmak için getirmeye karar verdiler. Köy halkı, şaşkınlık içinde bu haberleri dinledi. Asırlık ceviz ağaçlarına karşılık o zamanın büyük bir parası olan 300 TL teklif edilmişti. Bazı köylüler, bu teklifi kabul ederek değerli ağaçlarını satmışlardı. Ancak, bazı ağaçlar kurtulmuştu. Kereste yapmaya uygun olmayanlar, köyde hala dimdik ayakta duruyordu.
Bu olay köyde derin izler bırakmıştı. Her ceviz ağacının kesilmesiyle köy halkı bir parçasını kaybetmiş gibi hissediyordu. Ancak, kalan ağaçlar köyün sembolü haline gelmişti. Artık, bu ağaçlar sadece gölgelerini değil, aynı zamanda köyün geçmişine dair anıları da taşıyordu.
Köy Enstitüsü mezunu öğretmen Hüseyin Çakmak'ın evinin arkasında, göğe yükselen 400 yıllık anıt ceviz ağacı, köy halkı için özel bir yere sahipti. Ramazan ve Kurban bayramlarında, bu dev ceviz ağacı adeta bir bayram alanına dönüşürdü. Keçi kılından yapılan çeki ipiyle salıncak haline getirilmiş, oturak kısmına ise iki tahta bağlanmıştı.
Bayram namazı için Cüzüngüt'e giden erkekler, namazdan dönene kadar bu salıncakta bayramlık giysileriyle sırayla sallanırdılar. Kadınlar ve kızlar, neşe içinde birbirlerini sallarken maniler söyler, demeçler atarlardı. Köyün yaşlıları anılarını paylaşır, gençler ise gelecek hayallerini konuşurdu. Ağacın altında gülüşmeler, şarkılar ve çocukların neşeli kahkahaları yankılanırdı.
Ceviz ağacı, köyün geçmişinden gelen bir miras olarak değerliydi. Köylüler için sadece bir ağaç değil, aynı zamanda bir buluşma noktası, bir eğlence alanıydı. Bu anılar, köyün kültürünü ve birlikte geçirilen mutlu zamanları yansıtıyordu. Ağacın gölgesinde bir araya gelen insanlar, birlikte geçirdikleri bu anların tadını çıkarırken, geçmişin izlerini de hissediyorlardı.
***
Gelin Abla'nın anlatımı, köyün gençlerinin merakını ve hayallerini körükleyen bir hikayeydi. O, torunlarına, Cumhuriyet dönemindeki Köy Enstitüleri'nin ne kadar önemli olduğunu anlatırken, özellikle de Karamahmutlu köyünden gelen genç bir öğrencinin hikayesine odaklanmıştı.
Salih'in yaşamı, genç yaşta babasını kaybetmesiyle başlamıştı. Ancak, ailesinin zorluklarına rağmen, Salih'in kararlılığı ve azmi, onu Akçadağ Köy Enstitüsü'ne götürmüştü. Burada, geleceği için çalışan, güleryüzlü ve saygılı bir genç olarak tanınıyordu. Salih'in, köyündeki gençler gibi, diğer öğrencileriyle birlikte okulda başarılı olması ve öğretmen olma hayaliyle yanıp tutuşması, köyde umut ve gurur kaynağı olmuştu.
Gelin Abla'nın anlatımı, köyün gençlerinin yüreğine umut tohumları ekiyordu. Salih'in özverisi ve okuldaki başarısı, gençler arasında bir ilham kaynağıydı. Onun hikayesi, köydeki diğer gençlerin de gelecekleri için umut dolu bir bakış açısı geliştirmesine yardımcı oluyordu.
*
Yatakhanenin içinde hafif bir melodi yayılıyordu. Hekimhanlı Süleyman, sazının tellerine dokunarak Âşık Veysel'in "Uzun İnce Bir Yoldayım" türküsünü duygulu bir şekilde çalıyordu. O sırada, Salih ve arkadaşları Mehmet Ali, Hıdır ve Bekir, türküye eşlik etmek için bir araya gelmişlerdi. Salih'in karakaşlı, kara gözlü yüzü gülümserken, diğer öğrenciler de müziğin ritmiyle coşuyordu.
Süleyman'ın sazıyla eşlik ettiği türküler, yatakhanenin içinde bir hüzün ve coşku dalgası yaratıyordu. Diğer öğrenciler de, sesleri duyduklarında sessizce yatakhaneye doluşmuş, türkülerin gücü altında kendilerini kaybetmişlerdi. Süleyman'ın elleri sazın tellerinde ustalıkla gezinirken, gözleri türkülerin derin anlamına dalıyordu.
Salih ve arkadaşları, türkülerin ardından günlük görevlerini paylaşıyordu. Salih'in çamaşırhaneye gideceği duyulunca, diğerleri de nöbetçi oldukları alanları belirtiyorlardı. Bu sıradan bir günde, müziğin ve dostluğun gücüyle bir araya gelen öğrenciler, birbirlerine olan bağlarını daha da pekiştiriyorlardı.
Başlık: Elektrik Çarpması
Salih, yatakhanenin koridorunda demir dolaptan iş elbisesini ve çizmelerini giyerek hızla dışarı çıktı. Okul kantininin önündeki açık bırakılmış çeşmeyi kapatıp, Atatürk büstünün yanındaki al bayrağın hafif dalgalanışını izledi. Müzik binasını geçip Uygulama Okulu'nun arkasından yonca tarlasına koştuğunda, gözleri dalıp gidiyordu.
Ark boyunca yürüyerek Ahmet'in kendisini beklediği yonca tarlasına ulaştı. Ahmet'ten aldığı küreği alıp sulamaya başladı. Yalnız kaldığında kalbi nefesini kesercesine çarpmaya başladı. Göğsündeki fırtınayı dindiremiyordu. Tarlayı sularken, biraz dinlenip sigara içti. Köydeki anıları gözlerinin önünden geçip gitti.
Birden hava karardı ve şiddetli bir fırtına başladı. Elektrik telleri çat çat sesleriyle şimşek çakar gibi gökyüzünü aydınlatıyordu. Salih, yoncaları sularken elektrik çarptı. Yüzüstü yere düştü.
Çamaşır yıkayan kadın, elektrik çarpan Salih'i fark edip yardım çağırdı. Ancak doktorların müdahalesine rağmen Salih kurtarılamadı. Köye jandarma ve savcılık geldi, olayı incelediler.
Salih'in
arkadaşları , öğretmenler haberi alınca yıkıldı. Okuldaki herkes büyük bir üzüntü içindeydi.
Karamahmut köyünde Salih’in anası avlu kapısının önünde oturmuş güneşleniyordu. Kendilerine doğru İki jandarma erinin geldiğini görünce korktu, heyecanlanıp ayağa kalktı içinden, “Acep ne ola ki?” dedi. Jandarma, “Anam başın sağ olsun, oğlun Salih okulda bir kaza olmuş vefat etmiş, okulun mezarlığına gömmüşler” deyince Ayşe Hatunun yüzü değişti, olanca sesiyle,
Vay başıma! Artık ne yapayım, nere gideyim, Salih’im kara gözlü oğlum!” diye hıçkırmaya başladı. Yazmasını başından çekip eline aldı, ağarmış saçlarını gözlerine döktü. “Oğlum Hüseyin, kızlar gelin dışarı gelin, bak ne haber getirdiler bize” diye bağırdı. Hemen içeriden Salih’in abisi ablaları geldi. Haberi duyunca bir figan koptu ağladılar ağladılar…
Evde herkesin yüreğine kor bir ateş düşmüştü. Kimsenin gözüne uyku girmiyordu. Salih’in okulda yağlıboya yaptığı kendi portresinin üzerindeki lambanın ışığı git gide köreliyor ve yaşamı anası için zindan oluyor, ev gittikçe sessizleşiyordu. Salih’in kara gözleri, gözlerinin içinde sesi kulaklarında çınlıyordu. Anasının gözlerinden yaşlar boşanıyor, boşanan gözyaşları yanakları üzerinden aşağıya doğru akarak solgun ve titreyen dudaklarını ıslatıyordu. Sabahı zor eyledi…
Acılı ana, oğluna kavuşmak için hemen tek başına sabah namazından önce yola koyuldu. Evlerinin yanındaki okulun önünden, Kızılcıkların evinin köşesini döndü. Hışşık Ali Rıza, Kel Esma, Duluklu Mustafa'nın, Tilki Osman'ın kapısından önünden geçti Torosların cevizinin altında biraz soluklandı. Pencerelerden tek bir ışık bile görülmüyordu, köyde herkes uyuyordu. Otluların, Kel Bayram'ın, Körlerin evinin yakınında asırlık dut ağacının altında köyün pınarından bilek kalınlığında akan su sesi, bir de köydeki köpeklerin seslerinden başka bir ses yoktu. Pınarın kürününün yanında iki yalak ve altındaki havuz ağzına kadar dolmuştu hayvanlarını, bahçelerini, suvarırlardı. Pınardan soğuk su ile elini yüzünü yıkadı bir abdest aldı. Omuzunda azık torbası, elinde sopa, tepeden yukarı inip Çoban Pınarından üstünden Kocaözü yolunu tuttu. Yürüdü yürüdü, vücudu kan ter içinde kaldı. Bahçelerden, üzüm bağlarından, harman yerlerinden çok geçmeden kavakların, peşinden Kuruçay gözüktü, Kuruçay'ın sesi geliyordu, çayın kenarları kavak ve iğde ağaçlarıyla çevrilmişti. Kuruçay’a gelince dizlerine kadar soyundu, suya girdi yürüyerek geçti. Çok yorulmuştu söğüt ağacının dibinde, hele bir soluklanayım deyip oturdu. Nefes nefese kalmıştı. Göğün yüzüne bakıyor, oğlunun ruhunun şimdi nerede olduğunu düşünüyordu, kulaklarında sesi, gözlerinin içinde gözleri dudakları titredi, gözleri yaşardı hüngür hüngür ağlamaya başladı. Çığırtısı, gözünün yaşı Kuruçay’a karıştı. Kıl torbasını açtı azığını çıkardı, canı bir lokma yemek istemiyordu. Ağustos böceklerinin sağır edici yaygarası içinde bağlar, tarlalar boştu. Kuruçay’da ne kadar oturduğunu bilmiyordu. Demir yolunun kenarından yürümeye başladı. Yürürken arkadan örgülü belikleri başındaki yazmanın altından görülüyordu. Ayaklarına çamur yapışmış yüzü, gözü toz olmuştu.
Kesik Köprü İstasyonuna gelince nefes nefese içeri girdi görevli memura, “Malatya’ya tren ne zaman?” diye sordu. Memur saatine bakarak, “Neredeyse gelir” dedi. Ayşe Hatun başını sallayarak trenin geldiği yöne doğru baktı. Biraz sonra uzun uzun ince ve tiz sesiyle kara tren Kesik Köprü istasyonuna geldi. Hava bunaltıcı ve çok sıcaktı. Arada bir trenin açık penceresinden yumuşak bir rüzgâr esiyordu. Tek başına kompartımanda oturuyordu. Birden oğlunun o güzel yüzü, karakaşı, kara gözleri gözünün önüne geldi. Salih’in öğretmen olduğunu, okula gidişini göremeyecekti. Oğlu artık sadece rüyalarında ve hayallerinde olacaktı, dualar okuyordu. Oğlunun öldüğüne bir türlü inanamıyordu. Yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı.
Salih'in annesi, öğle vakti Karapınar istasyonuna ulaştı. Karapınar köyünden okula doğru yürürken, kavaklar ve çamlar arasında sessizce ilerledi. Tarlalarda ve bahçelerde öğrenciler çalışıyordu, ancak her adımında yüreği daha da ağırlaşıyordu. Okula yaklaştıkça hüzün artıyordu. Okulun çeşmesinde yüzünü yıkadıktan sonra, idare binasının merdivenlerinden yavaşça çıktı. Okul Müdürünün kapısını çaldığında, bir an için göz göze geldiler ve Salih'e olan benzerliği herkesin dikkatini çekti. Müdür, duygusal bir halde, "Ana başınız sağ olsun, Allah rahmet eylesin" diyerek olayı açıkladı. Ayşe Hatun sessizce ağlarken, gözyaşlarını başörtüsüyle sildi ve dışarı çıktı.
Salih'in anasını, okulun bir kilometre uzağında, Adana yoluna yakın, okul arazisi içindeki meşelikler arasında bulunan mezarlığa götürdüler. Salih'in annesi, oğlunun mezarının üzerine serildi saçı başını yoldu, elbisesinin yakasını yırttı. Mezarın etrafında, "Saliiih oğlum, yetim oğluuum!" diye feryat ederken, figanı meşe ağaçlarından kalkan kuşları bile havalandırdı. Salih'in arkadaşları da mezarın etrafında diz çökmüş, onlar da ağlıyordu.
Ayşe Hatun, oğlunun tahta bavulunu kucaklayarak gözleri çukura düşmüş bir şekilde köye döndü. Köye ulaştığında, köydeki komşularına haber verildi. Erkekler tarladakilere, bahçedekilere, akrabalara ve çevre köylülere haber verdi. Duyanlar, haberi alanlar eşekler, katırlar ve atlarla köye akın etti. Herkes birbirine başsağlığı dileyerek avluda oturdu. Oturanların en ucunda Güzelyurt'tan gelen Topal İmam, hüzünlü bir sesle Kur'an okuyarak dua etti. Herkes Fatiha suresini okuyup salâvat getirdi ve "Allah rahmet etsin" dedi. Kadınlar da evin büyük odasında toplandı, birbirlerine başsağlığı dilediler ve birlikte ağladılar. O gece yarısına kadar ağıtlar yaktılar, gökyüzünü inlettiler. Salih'in annesi, oğlunun tahta bavulunu açıp içindekileri koklayarak hıçkırarak ağladı. "Salih'imin kokusu sinmiş, eli değmiş!" diyerek gözyaşları içinde bağırdı. "Salihhh oğluuum, kara gözlüm, öğretmen olacaktı oğluuum, bavulu elime verdiler oğluuum, Işığımız söndü komşulaaar!" dedikçe, herkesin gözyaşları sel oldu aktı. Ağıtları, köyün her köşesine yayılarak yürekleri dağladı.
Ayşe Hatun Oğlu Salih’in tahta bavulunu odaya getirip kapağını açtı. Salih’in kitaplarını, çamaşırlarını, elbisesini çıkarıp bağrına bastı, “Salih’imin kokusu sinmiş, eli değmiş” diyerek hüngür hüngür ağladı. “Salihhh oğluuum, kara gözlüm, öğretmen olacaktı oğluuum, bavulu elime verdiler oğluuum, Işığımız söndü komşulaaar!” dedikçe orada bulunanların da gözyaşları sel oldu aktı. Ağıtları çeşmelere, harman yerlerine, bahçelere köyün öbür ucuna kadar ulaştı.
Salih’in anası şöyle bir ağıt söyledi.
“Jandarmadan kara haberin aldım
İnanmadım gene okula vardım
Yoldan geçenlere yavrumu sordum
Hara yazısında mezarın buldum
Yanına geldim ki ben seni göre
Ablanlara abine ne sual verem,
Baban da yoktur kime söyleyem
Tek başıma nasıl köyüme dönem
Hara dedikleri büyük bir yaz
İçine koymuşlar beş körpe kuzu
Kimseye vermesin böyle bir yazı
Ana yüreğinden çıkmaz bu sızı
Okulun önünde yonca tarlası
Sulama nöbeti onun sırası
Salih’i sorarsan ceryan yarası
Gelmiş bulamamış garip anası
Yavrum aç gözünü kaldır başını
Döktüm toprağına gözüm yaşını
Okulda bıraktım mezar taşını
Görmedim kuzumun gençlik yaşını…”
Cenaze evinde adet üzerine 3 gün yemek pişmedi. Ocağı söndürdüler, ocak yanmadı. Komşulardan her ev sırayla her gün yemek götürdüler, küsülü olanlar bile yemek götürürler ve taziyeye gittileri. Üç gün sonra da Mevlit yapıldı, Kur’an okundu, köylüler ortaklaşa yemek yapıp mevlit için gelenlere verdiler. Yemekten sonra Salih’in abisi Hüseyin’in gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş sessizce duruyordu. Taziyeye gelenlerin tek tek başsağlığı dileklerini kabul ettiler. Salih’in anasının göz torbaları şişmiş, yüzü solmuş, saçları apağ olmuştu. Yine de çektiği acıya rağmen metanetli olmaya çalışıyordu...”
Büyükanneleri torunlarına köyünü, çocukluğunu ilkokula giderken unutamadığı yaşanmış acı olaylardan bir öykü anlatmıştı. Kendinin de iki kızı, iki oğlu öğretmendi. Gece yarısı olmuştu, torunlar büyükannenin dizinin dibinde merakla dinliyorlardı. Büyükanne, üzgün ve anlamlı bakışla torunlarını süzdü. Bazen torunların yüzleri renkten renge giriyordu. Duygulanan çocuklar gözyaşlarını tutamadılar.
Yerinden doğrulan büyük anne, “Artık dinlenme zamanı geldi çocuklar. Herkes yerlerine, sizlere iyi geceler, Allah rahatlık versin” dedikten sonra ayağını sürükleyerek kendi küçük odasına gitti. Yatsı namazını kıldıktan sonra gözyaşları içinde “Allah'ım öğretmenler sana emanet, onları koru. Öğretmenlerin yüzünü ak eyle, hayırlı evlatlar yetiştirmesi için onlara yardım et. Allah'ım biz günahkâr kullarını bağışla, darda kalanlara yardım eyle” diyerek dua etti. ‘Bismillah’ diyerek üzgün ve yorgun bir şekilde yorganı başına çekti…
Yorumlar
Yorum Gönder