TAHTA BAVUL Akçadağ Köy Enstitülü Zeki Öğretmen

Hekimhan İğdir Köyü
     
Oğuzların 24 Türkmen boyundan biri olan İğdir ’den adını alan, Türkmenlik Dağı’nın yamacından aşağıya doğru uzanan meyilli arazide kurulmuş, 9 mahalleden oluşan İğdir Köyü’nde lapa lapa kar yağıyordu. Köy günlerdir yağan karın altında beyaz bir örtüyle kaplanmış ve derin bir sessizliğe gömülmüştü. Buralarda kar yağmaya başladığında günlerce kesilmez, köyler bütünüyle kara teslim olurdu. Aylarca bekleyeceksin ki kara toprak güneş yüzü görsün. Kar yağar da yağar, metrelerce… Ye-ter ki eli kürecek tutsun; kadın, erkek, çoluk çocuk dam üstüne çıkar karı aşağı kürer. Tahtadan yapılmış kar kürekleriyle karlar atılıp damlar temizlenmezse, metrelerce kar üst üste biner, çoğu zaman damları çökertir. Ne ev kalır ne de ahır...
     Gün usul usul ağarmaya başlamıştı. Askerden henüz gelen Zeki Öğretmen üzerinde eski bir asker parkası, ayağında asker botu, beresini başına geçirmiş, damın üzerinde soğuktan çatlamış elleriyle küreciği eline aldı. Akşamdan beri yağan karı saatlerce kürüdü. Daha sonra evin altına su geçmemesi için iri dişli kaya tuzu ve samanı damın tüm yüzeyine avuç avuç serpiştirdi. Loğ taşının oyuklarına ağaçtan yapılan loğduranı (loğ ağacı) geçirip damı boyuna ve enine defalarca loğladı. Loğ ve loğduranın sürtünmesi sonucu çıkan gıcırtılı sesler köyün sessizliğinde metrelerce uzaktan duyuluyordu.

     Takvim yaprakları 8 Aralık 1956 tarihini gösteriyordu. Zeki Öğretmenin asker dönüşü ataması bir dağ köyü olan Kızılyatak’a çıkmıştı. Okulun tek öğretmeni kendisi olacaktı. Köye; eşi Fatma, büyük oğlu Ali ve 1 yaşındaki kızı Zehra ile gidecekti. Ağabeyi Garip ve küçük kardeşi Hıdır da taşınmalarına yardım etmek için katırlarla birlikte eşlik edeceklerdi. Ağabeyleri ile beraber Kızılyatağ'a gideceğine çok sevinen Hıdır; 13 yaşında sevimli, iri gözlü, yuvarlak yüzlü, cin gibi bir köy çocuğuydu. Hekimhan Ortaokulu’nda ikinci sınıfa gidiyordu. Hıdır kendi köyünden üç öğrenci arkadaşı ile Mahmut Çavuş’un iki katlı kerpiç evin alt gözünde bir odada kalıyor, hafta sonlarında köyüne gidip geliyordu. 
Gün boyu kar kürediği için yorgunluktan bitap düşen Zeki Öğretmen eve girdiğinde, sobadaki meşe odununun çıtırtısı odayı belli belirsiz aydınlatıyor ve ısıtıyordu. Duvarda Hazreti Ali’nin resminin yanında çiviye asılı duran gaz lambasının fitilini biraz yükseltti cebinden çıkarttığı muhtar çakmağıyla çırağ-ı uyandırdı (yaktı) Cem törenlerinde söylenen Çerağ Gülbank'ını söylemeye başladı: 

Ya Hak!
Çerağımız yansın yakılsın, 
Erlerin, erenlerin, evliyaların, peygamberlerin aşkına
Çerağımız yansın, yakılsın. 
İnsanların birliği, dirliği, beraberliğinin aşkına
Çerağımız yansın yakılsın
Hanemizin iyiliği, bolluğu aydınlığı aşkına
Allah, eyvallah…

     Derin bir soluk aldıktan sonra divanın altındaki tahta bavulu çıkardı. Tahta bavulu Akçadağ Köy Enstitüsü’ndeyken iş öğret-meni yaptırmıştı. Öğretmenin, “Gençler hepiniz marangozhanede tahtaya planını ve ölçülerini yazdığım biçimde ceviz ağacından bir tahta bavul yapacaksınız, üstüne de yağlı boyayla adınızı soyadınızı yazacaksınız. Bu bavullar öğretmenlik yaşamınız boyunca yanınızdan hiç ayrılmayacak, sizin yoldaşınız olacak” demişti. 
Enstitülerde “iş içinde eğitim” gündelik hayatın bir parçasıydı. Öğrenciler yaşayarak öğreniyordu. Şimdi de gurbeti, sıla özlemini, fedakârlığı öğreneceklerdi… Bir hafta uğraştan sonra da bahçede okulun verdiği takım elbiseleri giyip kendi yaptıkları tahta bavullarla fotoğraf çektirmişlerdi. 

Daha sonra okul müdürü  mezuniyet töreninde Şerif Tekben kürsüye çıkmıştı.
“Gençler, bayrağımızın dalgalandığı her yer bizim vatanımız, oradaki çocuklar da bizim evlatlarımız. Doğu-Batı, Kuzey-Güney ayrımı yapmak bize yakışmaz, hele Köy Enstitülü ve idealleri olan öğretmenlere hiç yakışmaz.” Dedikten sonra her öğrenciye birer Türk Bayrağı ve Nutuk verdi. 

Şerif Tekben
Anadolu Rönesansı’nın, Tonguç Baba’nın Eğitmen Kursları ve Köy Enstitüleri Akçadağ ayağında, Dicle Köy Enstitüsünün kurulmasında yer almış bir avuç dava eğitim gönüllüleriniden biriydi.

Malatya’ya 28 km uzaklıktaki 3160 dönümlük kıraç arazi Şerif Tekben ve öğrenciler tarafından kayısıdan buğdaya her türlü ürünün yetiştirildiği bir cennet bahçesine dönüştürüldü. Kendi tuğlalarımızı dökerek binalarımızı ellerimizle yaptığımız  gibi, kullanacağımız  elektrikleri de Sultansuyunda santral kurarak öğrenciler üretmişti. Anadolu’nun bu kıraç ovası ışıl ışıl parlamaya başlar… 

O günleri anımsarken Zeki Öğretmen anılarına yolculuk yaptı. 

      Zeki Öğretmen öğrencilerine dağıtmak için Malatya’dan aldığı alfabeleri, kalemleri, silgileri, defterleri ve çocuklar için hikâye kitaplarını, romanlarını, fotoğraf albümünü, takım elbisesini özenle bavuluna yerleştirdikten sonra okulun verdiği Atatürk’ün Nutku ’nu, Türk Bayrağını da bavulun en üstüne koyarak kapağını kapattı. Gaz yağı azalan lambadan çıkan ışık titriyor ve yeni-den alev alarak yanıyordu. Duvarda asılı duran bağlamasını eline aldı, yatağın üzerinde bağdaş kurup dertli dertli tellere vurmaya başladı. Şah Hatayi'den, ‘Bir derdim var bin dermana değişmem’ deyişini çalıp bir yandan da söylüyordu.

Muhabbet bağında bir gül açıldı
Bir derdim var bin dermana değişmem
Yüküm lal-i gevher mercan saçarım
Bir derdim var bin dermana değişmem…

    Mezun olduğu okul ve arkadaşlarıyla olan anıları film şeridi gibi gözünün önünden geldi geçti. Köy enstitüsünde müzik dersinde her öğrenci bir müzik aleti öğrenmek zorunda idi. Kendisi de bağlama çalmayı öğrenmişti...

     Tamo Ana 60 yaşında, esmer tenli, çıkık elmacık kemikli, ufacık gözleri, buruşuk yüzleri, ellerinin kemikleri çıkmış, zayıf kuru bedeni de pazenden yapılmış bol bir elbise içinde, iki büklüm; “Gel cüv, cüv, cüv” diye tavuklara seslenip çağırarak yem veriyordu. Sabahın ilk ışıklarında herkes uyurken o her günkü gibi yine uyanıktı.

    Hıdır, komşularından ödünç aldıkları iki katırla birlikte kendi katırını da ahırdan çıkarıp avludaki dut ağacına bağladı. Katırların çanlarını boyunlarına bağlayıp yem çuvallarını da başlarına geçirdi. Katırlar yemlerini yerken nefes alışverişleriyle birlikte burunlarından pofur pofur saman tozları uçuşuyordu. Oğlu Hıdır’ı izleyen Seydo; “Aferin benim küçük oğluma” diyerek, “bak oğul bu katırlara ne karlar engel olur ne de dik yokuşlar…’’ dedi. Daha sonra Seydo; diğer oğulları  ve Zeki’ye “Hele yiğitler neredesiniz?” diye seslendi. Garip evde yol hazırlığı yapıyordu, babasının sesini duyunca, “Garip  gel, Garip git! Bezdim canımdan vallahi…’’ diye kendi kendine söylenmeye başladı.
Garip; 32 yaşında, kıvırcık saçlı, gür bıyıklı, orta boylu, dolgun yüzlü, dik bakışlı ve irice omuzlara sahipti. Köyde hayvancılık yapar, yazın bağa bahçeye bakardı. Hasadın bol olduğu yaz ayından sonra köye taştan bir ev yaptırmıştı. Garip, kara lastiklerini sürüyerek geldi; “Aha geldim ne bağırıyorsunuz, Garip olmadan bir iş yapamazsınız zaten. Garip gel, Garip git! İte atacak taş Garip!’’ diyerek homurdandı.

     Zeki, katırların yanında askerlik günlerinde nöbet tutar gibi sessizce abisinin gelmesini bekliyordu. Zeki 23 yaşlarında, gözleri ışıl ışıl parıldayan, ince yapılı, uzun, kara yağız bir delikanlıydı. Abisi Garip gelince katırların palanlarını üzerlerine koyup tahta bavulunu da kendi bineceği katıra bağladı. Geri kalan yükleri de diğer iki katıra dikkatlice çatıp üzerlerine siyah kıl çulları sararak kalın iplerle sıkıca sardılar.Evin küçük gelini Fatma; al yazmasını omzundan sırtına atmış, yün çoraplarını dizlerine kadar çekmiş, entarisinin üstüne kahverengi gocuğunu giymişti. Seydo ve Tamo Ana’nın ellerini öptü, kundağına sardığı bebeğiyle Zeki’nin yanına vardı ve katır-lara bindiler... 
Seydo, torunu Ali’ye gülümseyerek “Nereye gidiyorsun bakayım?” dedi. “Babamın okuluna gideceğim dede” dedi Ali heyecanla. Dedesi torununun başını iki eliyle tutarak “Gözlerini seveyim senin” dedi ve torununun alnından öptü.

     Ali’nin gözleri yolculuğun heyecanından parıldıyordu. Katırları “deh deh” diyerek Murtazaların, Topal Haydarların kapısın-dan sürüp Hekimhan’a doğru yola koyuldular. Tamo Ana, ağla-yarak oğlanlarının, gelininin ve torunlarının arkasından köyün çıkışına kadar baktı. Bakır stille arkalarından, “Hızır yoldaşınız olsun. Su gibi gidin, su gibi gelin” diye dua ederek su döktü. Geriye dönüp, gözünden dökülen yaşları başındaki yazmayla sildi. 63 yaşına gelmesine rağmen oldukça dinç görünen Seydo, “Güle güle, yolunuz açık olsun yavrularım” diyerek el salladı. Yüzünün sağ tarafında katırdan düştüğü zamanki yaradan kalma bir çizgi vardı. Seydo’dan sadece ev ahalisi değil köylüler de çekinirdi. Karısı Tamo’ya, “Ne ağlarsın? Askerliğini yapmış, muallim ol-muş, tayini de seslensen duyulacak bir köye çıkmış” diye bağırdı. Tamo Ana, sanki söylenenleri hiç duymamış gibi cevap vermeden yutkunarak yola bakakaldı.

    Öğlen vakti Hekimhan Taşhan’da yemek için mola verdiler. Tamo Ana’nın yolluk için koyduğu kavurmayla Zeki’nin hanın içindeki Fırıncı Hacı'dan aldığı sıcak ekmekleri dürüm yapıp yediler. Fatma gelinin bebeği durmadan ağlıyordu. Dünyaya geleli henüz dokuz ay olmuştu. Annesi bebeğini avutmak için bir yandan sallıyor, bir yandan da ninni söylüyordu. Soğuk nedeniyle yavrusunu iyice bağrına basan Fatma, bebeğini emzirmeye koyuldu. Mahcup bir bakışla başını kaldırdı ve kocası ile göz göze geldi, Zeki de karısına gülümseyerek baktı.

     Yemek yendikten sonra Garip katırların yem torbalarını boyunlarından çıkardı ve tekrar yola koyuldular. İstasyona inen yokuştan ilerleyip çay köprüsüne yakın demir yolu geçidine yaklaşınca bir yük treni büyük bir uğultu ile yerleri sarsarak geçti. Rüzgârın savurduğu kara duman keskin bir koku bıraktı. Tren geçtikten sonra huysuzlanan katırlarla rayların üzerinden geçip çay köprüsünden ufak adımlarla Keklicek’e doğru tırmanmaya başladılar. 

    Katırlar yürüdükçe boyunlarındaki çanların tınısı Çay’daki evlerin duvarlarında yankılanıyordu.Yokuşun dikleşmeye başladığı yerde katırların sırtından inip yürümeye başladılar. Zeki, Keklicek’e vardıklarında; “burada biraz soluklanalım” dedi. Keklicek’in suyundan avuç avuç içti-ler. Hekimhan’a buradan bakınca; Kurtsıçan, İğdelipeğ, Yüceka-ya, İstasyon, Çay, Gümüşpınar, Bostanpeğ, Gafla’ya kadar sanki ayaklarının altında gibi görünüyordu. 
Zeki, başını sol omzunun üstünden çevirip gözlerini kısarak, bütün ihtişamı ile duran Zurbahan dağına baktı. Dağın tepesi ve yamaçları sisliydi. “Bakın, bizim köy de Yücekaya’nın sol yanından bakınca Hatun kayasının karşısındaki dağların ardında kaldı.” Hepsi birden mahzun bir şekilde baktılar köylerine doğru. Fatma kocasının yüzüne bakarak, “Birazdan yola çıkar mıyız?” diye sordu. Eşinin gergin ve yorgun yüzüne bakıp gülümseyerek, “Hava kararmadan köye ulaşırız” diye cevapladı Zeki. Rıza da kafileye moral vermek için, “Ben askerliğimi Erzurum’da yaptım. Buralarda kar mı var, soğuk mu var?” demesiyle birlikte bir türkü tutturdu.

Erzurum dağları kar ile boran
Aldı içerimde dert ile verem
Sizde bulunmaz mı da bir kurşun kalem
Yazam arzu halimi de yâre gönderem… 

      Türkü bitince Hıdır,  Garip abisine dönerek, “Abi, pazartesi Hekimhan’a döner miyiz?” diye sordu. O da, “Döneriz Hıdır’ım, döneriz” diye karşılık verdi. 
İkindi vakti Güzelyurt’a (Cüzüngüt) vardılar. Köy kahvesinin önünde toplanan köylüler meraklı gözlerle katırlarla gelenlere bakıyorlardı. Garip ile Zeki kahvenin önüne gelince, “Selamünaleyküm ağalar” diyerek selam verdiler. Hepsi birden “Ve Aleykümselâm” diyerek karşılık verdiler. Selam sabahtan sonra, “Bu havada nereden gelip nere gidersiniz?” diye sordular. Zeki, “Öğretmenim, İğdir köyünden gelip, Kızılyatak köyüne gideriz” dedi. “Hava kötü, Kırankaya’dan geçemezsiniz, oralarda fırtına vardır.” “Gitmeyin bu gece burada misafirimiz olun.” “Bir çorbamızı için, evimiz aha burada.” “Hayvanlarınız da dinlenir.’’ “Katırla bu yol iki saat çeker.” “Size sıcak bir çay içirek” gibi söylemlerle hem konukseverliklerini gösterdiler, hem de tehlikeli bir yolculuğa çıkmalarını engellemeye çalıştılar. Garip bu konuşmalar üzerine sağ elini göğsünün üzerine koyarak, “Sağ olasınız dostlar, birer çayınızı içelim” dedi. Kahveci hemen çayları getirdi, çaylar içildi, sıcacık çay içlerini ısıtmıştı, teşekkür ettiler. “Yolcu yolunda gerek, sağ olun, var olun” diyerek yola devam ettiler.


     Çerme’den geçerken kerpiç evlerinin damlarını küreyen, loğlayan insanlarla selamlaştılar. Kar yığınları evlerin yarısına kadar gelmişti. Geçmiş anıların ve düşlerin canlı tanığı yol kenar-larındaki asırlık ceviz ağaçları, başlarına beyaz örtülerini çekmiş, kış uykusuna yatmışlardı. Boyralı’ya gelince biraz soluklandılar. Dut ağacının altındaki havuz buz tutmuştu. Yamaçtan bakınca yazın yemyeşil olan Güzelyurt, kışın beyaza bürünmüştü. Karlara bata çıka ilerleyerek Kızılyatak toprağına girdiler. Zeki Öğretmen başını kaldırıp ellerini gözlerinin önüne siper edip, gözlerini kısarak bakınca sırtını dağa vermiş köyün evlerini, caminin minaresini belirli belirsiz gördü, içini bir sevinç kapladı. Bembeyaz karlar içinde yürürken Anadolu'nun bir köyünde, siyah önlüklü, ak yakalı, öğrencilerini hayal ediyordu belli ki, gözlerinden akan sevinç gözyaşları içini ısıttı. Sonunda öğrencilerine kavuşacaktı ya! Bu topraklarda yaşamak, buralarda öğretmen olmak kolay değildi. Yüreğinde bir sevinç dalgalandı. Öğrenciliği, okulu hayalinde bir geçit yaptı. Bu, millet uğruna inançla çalışan ve davayı bütün öğrencilerin önüne seren kahramanların geçişiydi. Kalbi, bütün öğretmenlik duygularıyla şimdi bunlar için çarpıyordu. Köy Enstitüsünde, İstiklal Marşı’ndan sonra Başöğretmen Atatürk’ün izinde cehalete karşı verilecek savaşın sözleşmesi olan Öğretmen Marşı çınlıyordu kulaklarında.  

Alnımızda bilgilerden bir çelenk,
Nura doğru can atan Türk genciyiz
Yeryüzünde yoktur, olmaz Türk’e denk
Korku bilmez soyumuz
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun

     Köy yoluna sapıp Kırankaya tepesinin üstüne gelince kar iyice yoğunlaştı. Artık göz gözü görmez olmuştu. Kar fırtınası her geçen dakika şiddetini arttırıyor katırların ilerlemesini zorlaştırıyordu. Yorulan hayvanlar gömüldükleri kardan kurtulmak için çabalarlarken buram buram terliyordu. Tipi dinmiyor, gök bir türlü açmıyordu. 

     Kırankaya’ya ulaştıklarında tipi şiddetini arttırmış, katırların üstünde gidenlerin yüzlerini, giysilerini tümüyle kaplamıştı. Fatma, Bebeğini sıkıca bağrına basıp “Bismillah, Ya Hak, Ya Muhammed, Ya Ali!” diye dua ediyordu. Daha sonra Zeki’ye döne-rek “ayaklarım uyuştu, böyle giderse donup kalacağız burada” dedi. Zeki, “İlerde büyük bir kaya göründü, onun duldasında mola veririz” dedi. İki dönemeç döndükten sonra kayanın duldasında durdular, katırları kayanın yanına çektiler, yükleri indirdiler. Garip ve Zeki katırların palanlarını çatıp hurçların üzerine keçi kılından yapılmış çulları örttüler. Zeki Öğretmen, karısı ve çocukları ile çatmanın altında, siyah çulu serip yün yorganın altına girdiler. Katırların dinlenmesi için hurçları indirmişlerdi ama tahta bavulu indirmemişlerdi. Sırtlarındaki yüklerden kurtulan hayvanlar gerinerek ön ayaklarını ileri uzatıp, silkelendiler. Rıza, huysuzlanan hayvanları yatıştırmaya çalışıyordu.

      Rüzgarın şiddetlenmesi ile birlikte tekrardan göz gözü gör-mez oldu. Kar tanecikleri savruldukça yerle gök birleşmişti sanki. Tipiden ürken katırlar sağa sola kaçışmaya başladı. Garip, katırların kaçmasına çok sinirlendi meşe ağaçlarına doğru giden katırların ardı süre baktı ve arkalarından bir küfür savurdu. Cebinden tabakasını çıkardı, ince kıyılmış Çelikhan tütününü sigara kâğıdının arasına öfkeli öfkeli konuşarak yerleştirdi, kenarlarını dilinin ucuyla ıslatıp katladı. Cebinde ıslanan çakmağını birkaç kez çakmaya uğraştıktan sonra ancak yakabildi.

     Katırların boyunlarında çan vardı, fazla uzaklaşmamışlarsa çabuk bulurlardı. Garip, tüfeğini sırtına alıp Hıdır’ı da yanına alarak katırları aramaya başladılar. Katırlar çok uzaklaşmış olamazdı zira kar yolları tümüyle kapatmıştı. Hendekler, çukurlar karla kaplanmış olduğundan adım atarlarken kimi zaman yamaçtan aşağı yuvarlanıyorlar ya da boğazlarına dek kara gömülüyorlardı.

      Uzakta sürü halinde uluyan kurtları gören Hıdır, “Abi, katırları kurtlar yemesin? Kurtlar bize de saldırır mı?” diye sorunca abisi, “Korkma oğlum gelirlerse silahımız var” dedi. Garip'te  Hıdır da çok yorulmuşlardı, yürümeye dermanları yoktu. Artık ümitleri kesilmişti ki, Hıdır meşe ağaçlarının yanında karların üzerindeki tahta bavulu görünce birden bağırdı, “Rıza abi! Bavul aha orada!” diyerek eliyle gösterdi. Meşelerin yanına varınca tahta bavulun üzerindeki kanları fark ettiler. Bavulun etrafı katırın kanları ve parçalanmış etleriyle kaplanmıştı. Rıza katırı kurtların yediğini anlamıştı. Görünürde diğer iki katır yoktu. Kulaklarına katırların çanlarının sesi de gelmiyordu. Belli ki diğer katırlar da kurtlardan korkup uzaklara kaçmışlar ya da başka bir yerde kurtlar tarafından parçalanmıştı. Artık yapacak bir şey kalmamıştı, mola verdikleri kayanın dibine doğru yola koyuldular.
    
     Hava iyiden iyiye soğumuş, kar yeniden başlamıştı. Gözlerinin önünü bile zar zor seçiyorlardı. Hıdır çok üşüyordu. Üzerin-de yünlü gocuk olmasına rağmen, küçük gövdesiyle zıngırdıyor dişleri dişlerine vuruyordu... “Abiii donuyorum” dedi. “Gideceğimiz yere az kaldı” diye iç geçirdi abisi. Kendisi de üşüyor, kardeşine belli etmemeye çalışıyordu.
Karakaya'nın soğuğu dayanılır gibi değildi. Garip de  Hıdır da gittikçe hareketsizleşmeye, belli belirsiz inlemeye başladılar. Bedenleri yavaş yavaş canlılığını kaybediyordu. Yüzleri mosmor olmuş, dudakları şişmeye başlamıştı. Soğuk sızısı vücutlarını sarmıştı. Hıdır, “Abi” demeye çalışırken Garip, gözyaşları içinde, dudakları titreyerek “Kardeşim” diyerek karların üzerine yığıldılar. Garip, tahta bavulu elinden bırakmamıştı. Rüzgâr meşe çalılarının üzerinden ağlarcasına geçiyordu.

      Zeki Öğretmen palanların altında, karısı ve çocukları yün yorganın altında birbirlerine sarılmış vaziyette karın durmasını bekliyorlardı. Kar şiddetini azalttı, bulutlar dağıldı, gözlerinin önünde, dalga dalga beyaz bir halıyla örtülü bir düzlük uzayıp gidiyordu. Görünürlerde abisi Garip, küçük kardeşi Hıdır ve katırlar da yoktu. Eşini ve çocuklarını bırakıp onları aramaya başladı. Bir sağa bir sola gidiyor, sesleniyor fakat bir türlü kardeşlerini bulamıyordu. Geçen her dakika endişesi artmaya başlıyordu. Tepenin üzerine çıkıp aşağılara doğru bakınca meşe ağaçlarının yanında bir karartı gördü. İçine bir korku düştü. “Rıza abi, Garip!” diye bağırmaya başladı. Kan ter içinde kalmıştı. Sesi dağlardan yankılanıyordu. Hızla aşağı doğru koşmaya çalışıyor her bir adımında yuvarlanıp tekrar ayağa kalkıyordu.

       Meşelerin yanına yaklaşınca çalıların arasından keklik sürü-sü havalanarak uçtu. Biraz daha yaklaşınca Hıdır’ı ve Garip abisini birbirlerine sarılı bir şekilde gördü. Bir eliyle kardeşine sarılan Garip diğer eliyle de kardeşinin tahta bavulunu tutuyordu. Karları elleriyle sağa sola savurdu, kan ter içinde kaldı. İkisinin de bedenleri kaskatı kesilmişti. Omuzlarından tutup sarstı, nefeslerini kontrol etti fakat tepki vermiyorlardı. Zemheri ayazında yüreğine bir ateş düştü üstünü başını yırtıp yürek parçalayan çığlıklar kopardı. Kardeşlerinin üzerlerine kapandı, gözlerinden düşen yaşlar kardeşlerinin güzel yüzlerini ıslatıyordu…

     Hava usul usul kararmaya başlamıştı, her taraf kar denizi olduğundan aydınlık daha çekilmemişti. Kürt Sünni Kızılyatak köyünde yaşayanlar kapılarını ve pencerelerini kapatmışlar, sobalarının başlarına oturmuş ısınıyorlardı. Köyün sessizliğini köpeklerin havlamaları bozdu. Birçoğu Kangal olan köpeklerin davudi sesi köyü velveleye vermişti. Köpeklerin velvelesini duyan köylüler merakla dışarı çıkınca köpeklerin boyunlarında çan asılı iki palansız katırın etrafında dönerek, havladıklarını gördüler. “Muhtar ne ola ki acep?” derken aklına köye yeni bir öğretmen geleceği düştü. Köyün gençleri katırları yakalayarak muhtarın yanına getirdiler. Muhtar, “Bakalım bu karda kıyamette kim yola çıkmış?” Köylüler, sırtlarında tüfek, ellerinde fener, önlerinde köpeklerle, karları yararak etrafı aramaya başladılar. 15-20 dakika yürümüşlerdi ki karlar üzerinde rüzgârın yok etmek üzere olduğu izleri endişeyle takip ettiler. Kısa bir süre sonra meşe ağaçlarının yakınında karlar üzerinde yatan iki insan ve başlarında hıçkırarak ağlayan bir adam görünce koşarak yanına gittiler. Küçük oğlan çocuğu ve elinde tahta bavulla donmuş diğer adamı gördüler. Muhtar ve köyden yardım için gelenler, ağlayan genci omuzlarından tutarak kaldırdılar. Muhtar üzgün bir şekilde, “Allah rahmet eylesin kardaş, kimsiniz kış günü buralarda ne işiniz var? Yoksa bizim köye tayini çıkan öğretmensen?” dedi. Zeki nefes nefese, kekeleyerek, “Ben öğretmen Zeki! Bunlar da kardeşlerim” derken muhtarın kucağına yığılıp kaldı.

       Köylüler meşe ağaçlardan dallar keserek birer sedye yaptılar. Donan iki kardeşi katıra çatarak, tahta bavulu üstüne koyup kıldan birer çul örtülerek bağladılar. Diğer katıra gelini ve çocukları bindirdiler. Hurçları başka katırlara yükleyip muhtarın evine götürdüler. O gece muhtarın evinde sabaha kadar Fatma gelin ve Zeki birlikte ağladılar. Küçük oğlu Ali ve bebek yorgunluktan yorganın altında kıvrılıp yattılar. Sabah erkenden yola çıktılar. Cenazeleri İğdir’e götürmek için Muhtar, Zeki öğretmenle beraber köyden de en az on kişi katırların yanı ve ardı sıra yürüyerek takip ettiler.
Güzelyurt jandarması olayı ilçeye bildirmişti. Ölüm haberi çabuk ulaşır derler ya, olayı duyan Hekim hanlılar ve İğdirliler cenazeleri Çay köprüsünde karşıladılar. İstasyon yokuşunun başına vardıklarında sayın altında cenazeleri; Kaymakam, hükümet konağında çalışanlar, Tamo, Seydo, İğdirli köylüler ve Hanlılar karşıladı. İşiten geldi, duyan damladı, tez zamanda doluştular. Birden bir çığlık koptu; böyle acı hiç görülmemişti. Tamo Ana’nın feryadı yürekleri dağlıyordu.

      Katıra denk yapılmış, donmuş oğullarının cenazesini görünce Seydo, kaymakama dönerek, “Kaymakam beğ, iki kardaşı bir katıra denk etmişler! Böyle bir işi görmüş var mı?” diyerek fer-yadı figan eyledi. Tamo Ana, saçı başı dağınık, aklını yitirmiş, ağlayarak, katıra çatılmış oğullarına koştu, “Yiğitlerim, oğullarım! Ah Hıdır! Hıdır! Ah! Garip! Garip! Oğullarım… Ben öleydim!” diye figan etti. Ağlama sesleri, ağıtlar çığlıklara dönüştü. Büyük gelin Elif  de katırın üstünde çula sarılı kocası Garibi  görünce koşarak kocasına sarıldı. Göğsüne kadar fistanını yırttı, hüngür hüngür ağladı, yerlerde debelendi. “Garip!” diye yığılıp kaldı.Tamo Ana yazmasını çıkardı. İhtiyarlıktan seyrelmiş kınalı saçlarını gözlerine döktü. Garip'in İğdir’deki evinin duvarlarını yapan, fötrlü Abbas ustaya, karısı İsmihan’a ve toplanan kalabalığa dönerek ağıtlar yakarak koyuverdi sesini. 

Ne deyim Abbas Usta, ne eyleyim
Garip oğlum bir ev yaptı ne havasınan, 
İçinde Elif ile Tamo geziyor kara yasınan

İki kardaşı bir katıra denk etmişler
Örtün üstünü yavrularım üşümesinler

Dizleri tutmamış kardan aşmaya
Kanatları yoğudu çırpınıp uçmaya

Kırankaya’nın yokuşuna
Hele bakın karakışına
Kuzularımın donuşuna
Ben ağlamayım da kimler ağlaya.

Kırankaya yolu kar ile boran
Aldı yavrularımı vermez aman
Kimselere vermesin böyle tufan
Ellerim koynumda kaldı ah aman.

     Cenazeye gelenlerden kimi oturmuş kimi ayakta kimi de birbirlerine sarılmış ağlıyordu. Hava kararmaya başlamıştı. Kay-makam, “Cenazeleri Köprülü Mehmet Paşa Cami’sine koyalım, yarın götürürsünüz” diye bir görüş bildirdi. Seydo, “Yoo Kaymakam beğ yoo, biz bir an önce köyümüze gidelim” dedi.

      Arguvan yolundan tepelere doğru tırmanmaya başladılar. Kar ince ince yağıyordu. Yoldaki tek hayat belirtisi olan hayrat-lık dutluğa vardılar. Çeşmedeki su donmamış akıyordu. Sırayla birbirine bitişik üç yalak da doluydu. Katırlar yalaklara başlarını gömüp, su içip yürüdüler. Bağırsak Deresi yatağının Mezirme’ye giden yol ağzında, tepelerin arasından geçip Aybasan’a gelmiş-lerdi. Akşam karanlığı çökmüştü. Ağaçların arasındaki çiftlik evi görünüyordu. Bu çiftlik Mehmet Şerif Ağa’nın oğlu Garip Ağa’nındı. Garip Ağa: I. Dünya Savaşı’nda kurduğu gönüllü milis kuvvetleri ile Ruslar’a karşı savaştı. Gazi Mustafa Kemal’i destekleyerek Millî mücadeleye katıldı orduya ait cephanenin düşmanın eline geçmemesi için güvenli bölgelere naklini temin etti. Malatya Milletvekili seçilerek 23 Nisan 1920 günü TBMM’nin açılışında hazır bulundu. Garip Ağa’nın Kürt Şatıroğlu aşiretinden eşi Bessey Hatun’un altı çocuğundan kızı Hatçe Hatun bu çiftlikte kalıyordu.

     İlkbaharda Aybasan’a gelip, güzün Hekimhan’a göçerlerdi. Bahar dönüşüne dek çiftliğe rençberler bakardı. Kimi kış günle-rinde de çiftlikteki işlerini halletmek için Hekimhan’dan çiftliğe gelirlerdi. Hatçe Hatun 60’ına yaklaşmış al yanaklı, boylu boslu, iri siyah gözlü, sert bakışlı, yiğit bir kadındı. Hatçe Hatun, kocası öldükten sonra Bekir ve Mustafa adında iki oğlu ile birlikte yaşadı. Çiftlik işleri acısını unutturup hayata bağlıyordu. Hatçe Hatun çocukken babası Garip Ağa’nın anlattığı gibi Kurtuluş Savaşı’ndaki Kara Fatma gibi sırtında mavzer, ata biner erkekler gibi şalvar, ceket, deri çizme giyer bir yandan da beyaz yazmasını bağlayıp işlerini takip ederdi. Hatçe Hatun yalnız evdekilere değil tekmil gelene gidene öğütte bulunur, en doğru yolu hiç usanmadan gösterirdi. Sofrası daima hazır olurdu, yoldan her geçeni misafir ederdi. Tüm köylüler onu sever, her şeyi ona danışır, fikrini alırlardı. Bilge, sözü, sohbeti dinlenir bir kadındı.

       Hatçe Hatun pencerenin önünde bir sedire oturmuş, başına beyaz tülbendini atmış Kur’an-ı Kerim okuyordu. Güneşin cılız ışıkları dağların arkasında kaybolurken dışardan ayak sesleri duyuldu. Oğlu Mustafa’nın elinden tutup dışarı çıktı. Evlerinin iki kangal köpeği, havlayarak arkalarına düştü.  Yola doğru hızlı adımlarla giderek cenaze kafilesini karşıladı. Hatçe Hatun, “Başınız sağ olsun. Allah rahmet etsin’’ diye Tamo Ana’ya sarıldı. Cenaze kafilesi hareket edince, önlere geçen Hatçe Hatun, “Seydo, Tamo! Hele bir soluklanın, bu kışta, kıyamette aklınız kesiy mi? Yorgunsunuz, hele bir dinlenin sonra gidersiniz. Yedirmeden, içirmeden yollamam, sizin için yemek hazırladım cenazeniz benim cenazem” dedi. 

       Hatçe Hatun önden ağlayarak, zorlukla nefes alıp vererek ve bir yandan da konuşmasını sürdürerek, aceleyle eve girdi. Misafirler de ağır ve yorgun adımlarla onu izlediler. Hatçe Hatun önceden hazırlığını yapmıştı, davar kestirip, kazanlarla etli pilav yaptırmıştı. Cenazeye katılan ahaliyi yedirip içirdi. Yemekten sonra Tamo Ana, Hatçe Hatun’un elinden tutarak, “Allah razı olsun, hanen şen olsun, biz yedik Allah bin artırsın, nur insin bırakıp gidenlerin mezarına. Gün kısa, yol ırak. Şimdi bize müsaade, sağ olun. Allahaısmarladık” dedi. Hatçe Hatun, “Eh öyleyse Tamo Ana, sizi yolculuyayım” dedi. Yola çıktı, cenaze kafilesi gözden uzaklaşıncaya kadar arkalarından baktı.
Bu olay Hatçe Hatun’u çok üzmüştü, cenaze kafilesi için hazırlattığı yemeklerin başında durduğundan olsa gerek üşütmüş ve zatürreye yakalanmıştı. Hastalığı iyice ağırlaşmıştı, gitgide zayıf-lamıştı. Pencereyi açarak dışarıdaki havayı soludu. Kendini çok yorgun hissediyordu. Yatağına uzandı, başını yastığa gömdü, vücudunun titremesine mani olamıyordu. Gaz lambasının yağı bitmeye yüz tutmuş, cızırtılarla yanmaya çalışıyor, çevresine sarı soluk ışıklar saçıyordu…

      Hatçe Hatun’unun odasının duvarında Gaz lambasının yanında Garip Ağa’nın Kurtuluş Savaşı anısı olan kılıcı, hançer, mavzer ve milletvekili fotoğrafı asılıydı. Babasının fotoğrafına bakarak dua etmeye başladı “La ilâhe illâllah’’ dedi. Başı omzunun üzerine düştü. Hüzünlü bakışları lambanın ışığında kayboldu. Ev ahalisinin feryatları ile birlikte çiftlikteki kangal köpekleri de acı acı uluyordu, rüzgârdan kayısı dallarından sanki bir duduk sesi gibi bir ağıt duyuluyordu…
      
    Yazması başından kaymış, entarisinin yakasını çekiştirmekle yırtmış kadın, çiftlik evinin büyük odasında oturmuş, iki yanına sallanarak Hatçe Hatun’a ağıt yakıyordu. Öteki kadınlar da, halka oluşturarak bir yandan dizlerini dövüyor, ağıtçı kadının sallantısına eşlik ediyorlardı “oy Hatçe hatun, he kurban he, vay Hatçe vay” diye bağırıp çağırıyordu. Ağıtlar cenazede bulunanların yüreğini dağlıyordu. Aybasan’da yanık bir ağıt sesi kaldı…

Aybasan’dan bir haber geldi
Dediler ki Garip Ağa’nın kızı öldü 
Eski camide sela verildi 
Vay Hatçe Hatun,oy Hatçe hatun

Musalla taşında bir hatun yatıyor
Acısı iki körpe yavrusun yakıyor
Akrabaların,komşuların sana ağlıyor
Vay Hatçe Hatun,oy Hatçe hatun

Kapına geleni boş göndermezdin
Umut olur, us verir yol gösterirdin 
Sen de gittin kara toprağa
Vay Hatçe Hatun,oy Hatçe hatun

    Zeki Öğretmen, ipi sıkıca bağlı, anılar kuyusu sessiz yoldaşı tahta bavulla garlarda, iskelelerde, tren kompartımanlarında, katır sırtlarında, Anadolu’nun değişik köylerinde, kasabalarında kırk yıl öğrenci yetiştirdi. Zeki öğretmen emekli olduktan sonra da, kardeşlerinin ölü-mü ile ilgili hiç konuşmadı. Hiçbir şey konuşmadı sanki dilsizmiş gibi soranlara gözyaşlarıyla cevap verdi. Yıllarca okulların açıldığı ilk gün tahta bavulunda sakladığı sararmış fotoğraflara, mektuplara, hatıralarına bakarak titreyen elleri ile gözlerinden süzülen yaşları sildi. Artık tahta bavulu sadece eşyalarını, hatıralarını değil kardeşlerinin hatırasını da saklıyordu...

Not:Yaşanmış bir acı olaydan esinlenerek yazdığım hikaye dört yıl önce Facebookta ve Hekimhan dergisinde yayımlanmıştı. 
Zeki Öğretmenle görüşmemde bu acı  olay hakkında hiç konuşmadı. Sustu...Sustu...Sustu...

Fotoğraf Galerisi:
Köy Enstitülü Zeki Demirhan
Fotoğraf, Fikri Demirtaş

Akçadağ Köy Enstitüsü 1946 mezunu Zeki Demirhan, 
Öğretmen okulu 1958 Hasan Gül, Öğretmen Lisesi 1976 Fikri Demirtaş. Malatya.

Şerif Tekben ( Çağla Ormanlar OK arşivinden)

Zernişan Takak'ın babasının Akçadağ Köy Enstitüsü  fotoğrafı 1946 - 1949

 Sağdan ayakta ikinci Mehmet Şahin 3. Halis Ataman 4. Zeki Demirhan 5. İbrahim Dedekargın 6. Ali Şahabettin Aktaş. Oturan sağdan 1. Derme ilk okulu müdürü Tevfik bey.
Adil AKTAŞ: 1962 Derme ilk okulu 23 Nisan bayramı ( Adil Aktaş arşivi)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hekimhan - Basak Köyünde Kış Yarısı Geleneği Kuşaklar Boyu Yaşatılıyor.

AĞ TOPRAK ; BİR HEKİMHAN ÖYKÜSÜ

Malatya Hekimhan İlçesi Dursunlu Mahallesinde Dört Yüzyılık Ceviz Ağacı.