Ağlıyordu Varter Bibi'nin Oluklu Pınarı


 Varter Bibinin Oluklu Pınarı

Fikri Demirtaş
fikridt@hotmail.com

Birinci Paylaşım Savaşı sırasında (1915) tehcir ( zorunlu göç)
 ile yurtlarından edilen 
Varter bibi Hekimhan'da iki çocuğu ile yaşarken tehcire tanıklık etmiş. Bu hikaye Saadet öğretmenin ve büyükannesinin hikâyesi...
 Hekimhan , Yücekaya,  Zurbahan Dağı

Hekimhan Zurbahan Dağı’nın doğusunda Yücekaya’nın yamacında, çarşı merkezinde bulunan  miladi 1218 yılında( 804 yıllık) Selçuklu Türk Devleti dönemi Sultan İzzettin Keykavus zamanında inşa edilen Taşhan'ın kapısı üzerinde bulunan üç dilli Arapça, Süryanice ve Ermenice kitabe Türk tarihinin en önemli parçalarından biridir. 

Osmanlı döneminde 1661 tarihli Köprülü Mehmet Paşa Camii, ayakta durmaktadır.

1600’lü yıllarda inşa edilen hükümet binasının arkasındaki Surp Pirgiç Kilisesi. Kilise 1934- 1979 yılları arasında cezaevi olarak kullanılmış. Tescilli tarihi bu eser yıkık virane halde restorasyon yapılacağı günü beklemektedir.
Hekimhan’da yüzlerce yıl birlikte farklı dil, din ve kültürde insanın bir arada yaşamlarının ispatı gibiydi.
“Arşag Alboyacıyan’ın “Malatya Ermenileri” kitabında “Hekimhan; Akçadağ’ın nahiyelerinden en önemlisiydi ve Malatya’dan Sivas’a giden yol üzerinde ikinci istasyon olan ve dağlarla çevrili bir vadide bulunuyordu. Rahip Ğugas İnciyan, Hekimhan’dan bahsederken halkının Kürt, Türkmen ve 30 hane Ermeni’den oluştuğunu söylemiştir. 1912’de ise çoğunluğu zanaatkâr olan 50-60 hane Ermeni vardı. 1870’li tarihlerde yapılmış tahtadan bir kiliseleri vardı. Evleri ve mezarlıkları kiliseye yakındı. Ermeni evleri aynı semtte toplanmıştı. “ diyor.
       Zurbahan Dağı

"1964 yılında ilk görev yerim Malatya, Arguvan ilçesi Cumhuriyet İlkokuluna öğretmen olarak  atanmıştım.   Anneannemide yanımda götürmüştüm.  Maraş Kız öğretmen okuluna gitmeme en çok sevinen oydu. "Güzel, torunum okuyacak bende onun yanında kalacağım" derdi .  Anneannem 75 yaşında 
kısa boylu, topacık, kırmızı yanaklı, ağ benizli, sarışın kahverengi gözlü güzel bir kadındı...Yaşına rağmen dinç görünüyordu. Yazmasının altından bembeyaz olmuş belikli saçları seçiliyordu. 
 Eskiden torunlarını dizlerinin dibine oturtup hikâyeler okur, masallar anlatırdı. Son haftalarda hep gamlı görünüyordu.
Bir akşam banyo yapacaktık. Yatak odasında anneannemin valizinin içinden çamaşırlarını çıkartırken bir beze sarılmış ince bir paket dikkatimi çekti. Bezi açınca içinden anneanneme verilen eskimiş, yıpranmış gri kaplı defter şeklindeki nüfus cüzdanı çıktı. Anneannemin adı bölümündeki Varter’ın üstü çizilmiş, yanına yeni adı Hüsne yazıyordu. Babasının, anasının adı silinmemişti. Anneannem, elimde nüfus cüzdanını görünce hemen elimden aldı… Rengi sapsarı olmuştu. Çok korkmuştu. Bunun üzerine, kara gözlü torunum, her şeyin bir zamanı varmış, dedi.
Anneannemle ne zaman baş başa kalsam “Sürgünü, ilk evliliğini, annemi” anlatmasını isterdim. “O günler gitsin, bir daha gelmesin…” derdi, anlatmazdı. Bir gün okuldan yeni gelmiştim, duvardaki gaz lambasının ışığı belli belirsiz aydınlatıyordu odayı. Anneannem, sobayı yakmış, sobanın kenarında oturuyordu. Elinde 99’luk tespih, kendi kendine dualar okuyordu. “Gel benim güzel torunum otur yanıma, senden kurtuluş yok. ” dedi. Yanına gittim, ellerimi ellerimin arasına aldı ve “Biliyor musun torunum Saadet, en büyük acım ne? Bunca yıl sırrımı anlatabileceğim, annen dâhil, kimse olmadığı için içimde tuttum, böyle bir insan yoktu etrafımda. Unutmaya çalıştım ama böyle bir şeyi unutmak imkânsız. Sen okudun, öğretmen oldun. Ancak sen beni anlarsın, diye acımı paylaşacağım. Sırrımı bir Oluklu Pınar biliyor, bir de sen bileceksin.” O arada yaptığım Türk kahvesinin kokusu odayı sardı. Anneannem “Eline sağlık kızım.” dedi ve kahvemizi yudumladık.

 Varter bibi( Hüsne)

Büyükannemin Ermenice adı Varter ( Hüsne): Ermenice  anlamı güller demekmiş. 
Büyükannemde gül yetiştirmeyi severdi.
Karamahmut köyünde  Oluklu pınarın arkasında 
İki katlı evlerinin dört bir tarafı, sarı, kırmızı, turuncu, ateş renkli olanlardan leylak renkliye kadar, birbirinden güzel güllerle, çiçeklerle çevriliydi. Mis kokulu yasemin ve hanımelleri ise,  evin balkonunu, merdivenlerini sarardı. Ihlamur ağacına konmuş kuş şakımaları ne güzeldi.
 Büyükannem sabah erkenden kalkar . Evin önündeki  gülleri  Oluklu Pınarın suyu ile sulardı.

 Bahçede  bülbül sesleri eksik olmazdı. Bazen güllerin arasında gezerken  konuşurdu onlarla,  göz yaşları damlardı güllere. Yetişdirdiği gülleri nam salmıştı güzellikleriyle ... Öyle güzel kokuyordu ki. Çevre köylerden  duyan geliyordu. Hepside cins güllerdi...

Anneannem, inançlarını ve kültürlerini de mutlu bir şekilde yaşadıklarını sonradan geçmişe hasretle bakarak anlatıyor:

"Tehcirden önce Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar yerlerinde, yurtlarında mamur, müreffeh bir yaşam sürdürüyor, komşularımız müslümanlarla birbirlerimizin bayram ziyaretlerine gidiyorduk.

Paskalya Hristiyanlıktaki en eski ve en önemli bayramı. İsa mesih'in çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişi 22 Mart ile 25 Nisan arasına denk gelen bir pazar günü kutlanırdı.

Paskalya Günü için evlerde özel çörekler (Paskalya çöreği) yapılır; haşlanmış yumurtalar boyanır; mumlar yakılır; dualar okunurdu. Müslüman komşularımıza mahalledeki çocuklara yumurta paskalya çörekleri dağıtılırdı.
Ramazan, Kurban bayramında müslüman komşularımızın bayramlarını birlikte kutlardık. Bahar geldimi çaya gider nevruz bayramını kutlardık. Kış yarısı yapılırdı. 
Düğünlerimizde omuz omuza halay çekiliyordu, tarlada, bahçede beraber çalışıyor, kış hazırlıklarını birlikte yapıyorduk.
Hekimhan Şıpşıpıda Gavur Ahmet'in değirmeni, 
Çayın karşısında Ağa değirmeni, Haci Halil Uşağının ortak olduğu değirmene gidilirdi. Ayrım gayrım olmazdı. Değirmende unumuzu  bulgurumuzu öğütürdük.

Bu güne kadar Hekimhan’da tatsız bir olay olmamıştı, ancak memlekette olan havada asılı duran gerginlik Hekimhan’a da yayılmıştı… 

Biliyor musun torunum, karagözlüm, benim ilk kocam, senin annenin babası yani deden  Amerika’da' "dedi. Sesi titreyerek konuşmasını sürdürüyordu. Bana söyleyebilmek için çok zor karar vermişti. Zannedersem hâlâ o korku vardı. Bizleri korumak için her şeyi söylemek istemiyordu.
“Peki, anneanne kocan ne zaman, neden gitti Amerika’ya?
“Deden Kirkor, uzun boylu, kara kaşları, iri gözleri, uzun kirpikleri, düz hatlı burnu, yakışıklılığıyla ile beni etkilemişti. Güzel bir düğünle evlendik. Bir oğlum, bir kızım olmuştu. Deden, Sivas’ta meslek sanat okulunda ayakkabı yapmayı öğrenmek için gitmişti. Kafaya önceden koymuş bir meslek öğrenip Amerika’ya ailemi de götürürüm, diye. Birinci Dünya savaşı başlamıştı. İstanbul’da Ermeni ileri gelenlerin, yazarların tutuklandıklarını gazetelerden öğrenmiş. Ortalığın karışacağını sezmiş. Bir felaketin yaklaştığını duymuş. Sivas’tan Amerika yolculuğuna çıkmış. Malatyalı, Sivaslı hemşerilerimizin bulunduğu Massachusetts eyaletindeki Boston şehrine gitmiş. Orada da ayakkabı imalatı yapmış.”
“Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra seni aradı mı hiç,” diye sorunca.
“Evet, aradı. Bizi Amerika’ya götürecekti. Ama savaş çıkınca alamadı. Sınırlar kapatıldığından yurda dönemedi. Gelirse tutuklanacağından korkmuş. Yıllar sonra araştırmış, soruşturmuş… Yerimi, evlendiğimi, üç çocuğumun olduğunu öğrenmişti. Mektup gönderiyordu. Mektubunda istersen kızımızı Amerika’ya gönder, diyordu. Artık alışmıştım. Doğduğum topraklarda ölmeye karar vermiştim. Annen benim tek dayanağımdı. Oğlum Hagop, bu topraklarda ölmüştü. Torunlarımı, anneni bırakıp gidemezdim. O da evlenmiş iki kızı olmuş. Duyduğumuza göre o kızları hiç evlenmemişler.”
Anneannem biraz yutkundu, derin bir nefes aldı. Odadaki gaz lambasının ölgün sarı ışığı altında kaldığı yerden anlatmaya başladı. “Torunum, sene 1915 havaların ısındığı, haşhaşların allı, morlu çiçek açtığı mevsim...

Bir gün çarşıda  jandarma komutanı tarafından şehirli veya köylü, eli silah tutan Ermeni, Rum, Türk, Kürt herkes için umumi seferberlik çağrısı yapılmıştı.
Askere alınacak kişilere askerlik şubesine başvurmaları için bir hafta mühlet verilmişti.
Aradan bir kaç gün geçmişti ki; Jandarma Ermeni mahallesini bastı. Ay ışığı yeni  kayboluyordu.  Jandarmalar, evlerin kapılarını tek tek çalarak herkesi Kilisenin karşısında meydanda   toplanmasını emrettiler…

 Kilise, eski cezaevi

 Meydana toplanan insanlara komutan “Devletimiz Ruslarla savaşıyor. Harp mıntıkasına yakın bölgelerde Ermeni komitacıları Ruslarla işbirliği yapıyormuş. Doğudaki birçok köyde, şehirlerde Ermeniler başkaldırmış. Askerleri, Müslüman halkı öldürüyorlar. Göçe zorluyorlar. Ermeni mahalleleri ve köyleri, isyan çıkaran çetelere yataklık ediyorlarmış.” deyince…
Büyüklerimiz “Bizim günahımız, kabahatimiz ne? Çeteler huzursuzluk çıkarıyorsa, çoluk çocuk bütün halkı sürmek mi lazım? Keşke başka bir yol bulunsa” diyerek üzüntülerin belirttiler… Ama nafile, devlet kararını vermişti…

   Taşhan

Toplanan yetişkin erkeklerin hepsi Taşhan’a götürüldü. Jandarma, “Padişahın emri, savaştayız, eli silah tutan bütün erkekler vatan savunmasında görevlidir. Verilen her görev yapılacaktır. Kaçanlar yargılanır, savaş suçlusu olarak idam edilir.”
 diye nutuk atmış.
Bu erkeklerin yol yapımında askeriyenin emrinde çalışacakları söylendi. Ancak, gittikleri yerden bir daha dönmedikleri gibi akıbetleri hakkında kesin bir bilgi edinilemedi. Kadınlar ve çocuklardan oluşan Ermenileri, kilisede topladılar. Analar, bebekleri ağlamasın diye, tüfeklerin arasında yavrularını emziriyorlardı. Kilisede toplananlar, olan biteni konuştular, ağlaştılar, bağrıştılar, ağıtlar yaktılar, yaşlılara sordular, tartıştılar. Kimse cepheye gidenlerin  nereye götürüldüklerini, ne zaman döneceklerini bilmiyordu. Kim bilir Zurbahan dağı, Yücekaya tarihin ne sırlarını saklıyordur.”
Anneannem burada durdu. İçini çekti. Yaşaran gözlerini beyaz yaşmağının ucuyla sildi. Benim de gözlerim yaşardı. Pamuk ellerini öptüm. Konuşmaya devam etti: “Erkeklerin götürüldüğü günlerden sonra köyün birtakım adamlarca basılacağı, köyün güzel, genç kızlarının, kadınlarının kaçıracakları, geride kalan bütün Ermenilerin sevk edileceği, karşı gelenlere zor kullanılacağı dedikodusu yayılıyordu… 

Bir sabah kasaba meydanında bir tellal göründü. Tellal tüm Ermenileri'nin 
Osmanlı sınırları içinde Suriye ve Irak "Der zor" güvenli bölgeye nakledileceklerini ve ilk kafilenin de üç gün içerisinde yola çıkacağını duyuruyordu. Jandarma komutanı,  Hükümet yetkilileri 'bize güvenin evlerinizin kapısını kilitkeyin, anahtarlarınızın birini müslüman komşularınıza verin, savaş bitince  geri döndüğünüzde her şeyi yerli yerli yerinde bulacaksınız. Devlet yollarda hayatınızı kesin güvence altına aldığı gibi malınızı mülkünüzü koruyup kollayacak' diyordu.

Müslümanlığı kabul eden Ermeniler, rahatça yerlerinde kalıp işlerine devam edeceklerdi. Birde sanatkar olanlar demirci, kalaycı, nalbant ve  değirmencileri tehcire göndermediler. 

 Biz, tehcir gününden  önce
Sabah ezanında erken kalktım.Cehiz sandığını açtım. İçinden eşyalardan kıymetli olanları ayırdım. Eşimin damatlığını, gömleğini, tütün tabakasını, yüzüğünü çıkardım temizledim. Çocuklarımın çamaşırlarını, kendi elbiselerimi bohçaladım. Yorgan, kendi dokuduğum halı ve kilimleri aldım. Yazılı bir kaç bakır kap kaçak aldım. Denk edip katıra bağladık.
 Kucağımda kundakta 6 aylık kızım Eleni, 8 yaşındaki oğlum Hagop ve iki ermeni  komşumuz  Armine ve Ani ile  birlikte tehcirden kurtulmak için Kocaözü’ndeki Türk kivremiz Hamza ağanın evine gitmeye karar vermiştik. Ay ışığında mahalleden ayrıldık.
Gaflayı geçince arkamı dönüp haşmetli Zurbahan dağına baktım. Sonra Yücakaya'ya çevirdim bakışlarımı...Çağlayarak akan Kuruçayın kenarında ki ceviz ağaçlarına, dutlara, söğütlere göğe yükselen kavaklara, bağlara, bahçelere, harmanların yer aldığı yer aldığı Kesiköprüye bütün ruhu ile baktım. Atalarımız sadece Zurbahan suyu ve Kuruçay ve Taşhan için yerleşmişti bu beldeye.

Başımı gökyüzüne çevirdim, ellerimi iki yanına kaldırdım gözlerimden yaşlar dökülüyor, göz yaşlarım yüzümü ıslatıp çenemden aşağı süzülüyordu. "Rab Dualarımızı kabul et. Bizi evimizden yurdumuzdan ediyorlar, buna izin verme bizi koru." diye dua ediyordum. Ama ne duyan vardı. Ne yardım eden...

 Eleni ağlamaya başlayınca sırtımdan kucağıma alıp hem emziriyorum hem yürüyordum. Bir taraftan da oğlumun elini sıkı sıkıya tutmaya devam ediyordum. Ne kadar yol gittik, bilmiyorum. Hepimiz yorulmuş, susamış ve acıkmıştık. Komşumuz Armine, elindeki bohçadan bize kavurmalı lavaş ekmeğinden verdi.
Sabahtan beri yürüyorduk. Hava, kara bulutlar yüzünden kararmıştı. Kesikköprü’den geçerken yağmurun sesi, tufan gibi ortalığı inletti. Müthiş bir uğultu ve selin sesi… Kuruçay‘ın, masallardaki devin kükremesini andıran akışı kulakları sağır ediyordu. Önüne kattığı ne varsa ağaç, hayvan, kocaman dalgalarla götürüyordu. Kulakları sağır eden gök gürültüsü ve sel sesinden ürken katırlarımızla yolumuza devam ettik. Kısa sürede sırılsıklam olduk. Yol üzerinde bulunan bir mağaraya sığındık. 

Anneannem oğlu Hagop anlatmaya gelince sesi titredi boğazı düğümleşmişti. O gün gözlerinin önüne gelmişti... Hem de ne geliş!.. Ansızın duyguları boşalmıştı. Çenesi titremesini engeleyemiyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bende ağlamaya başladım. Anneanneme sarıldım.Birlikte epey ağladık.

 "Oğlum Hagop doğduğun beri bir türlü hastalık peşin bırakmadı. Yolda yine  hastalandı. Yağmurdan, çamurdan mosmor olmuştu ayağı, tir tir titriyordu. Elleri avucumun içinde buz gibiydi. Ne yaptıysak onu kurtaramadık. Gözyaşları içinde yavrumu bir meşe ağacının dibine gömdük, üstünü ıslak ve soğuk toprakla kapattık. Oğluma dua ettikten sonra yavruma bir ağıt mırıldanmaya başladım.

"Oyy oğul oyyy...
Ben öleydim
Karışayım da ah yavrum Kuruçayın seline.
Ah, keşke doğmasaydım
Yavrumun anası olmayaydım"

Yüzümü göğe doğru kaldırdım. Ve gökyüzündeki yıldızlara baktım. Ellerimi gözlerime kapadım. Ve dudaklarım titriyordu. Kaderin, umutsuzluğun izleri beni derinden sarsıyordu. Sonra haykırdım. Ah tanrım, neden insanlara acı çektiriyorsun? Neden darda kalan kullarına sahip çıkmıyorsun? diye sitem ettim. Kızım Eleni de ağlıyordu. Kucağıma aldım, bağrıma bastım Eleni’mi. Kokladım kokladım… Hıçkırıklarla ağlamaya başladım. Artık kızım Eleni için yaşayacaktım.

Kocaözü köyüne gittiğimizi çobanlar görmüşler. Jandarmaya haber vermişler. Bizi günlerce evlerinin samanlığında saklayan kivrelerimizin evinden çıkıp dağlara doğru yürümeye başladık. Karamahmut’tan Karadeli’nin Hasan, adamlarıyla gelip bizi yolda yakaladı. Alıp köye götürdü. 
 Simsiyah saçlarım belime kadar iniyordu, gamzeli, beyaz tenli, orta boylu, ceylan gibi iri zeytin gözleri olan güzel bir kadındım…
Hasan’ın karısı ölmüş, arkasında bir kız çocuğu bırakmış. Hasan, benimle evlenmek istiyordu. “Kızını senden ayırmam . Sana da bakarım, kızına da.” deyince. Derin bir sessizlik içinde gözlerimden yaş akıyordu.

 Eleni’nin yaşaması için başımı önüme eğdim. Evlenmekten başka çarem yoktu.
Beni kaçıran adamın ikinci karısı oldum. 
Benimle gelen Armine ve Anide köyde kaldılar. Onlarda köyde müslüman erkeklerle evlendiler. 
Torunum
kızım Eleni, senin annen ilk göz ağrım  Ermeni dedenin tek hatırasıydı. Onun yaşaması için her şeye katlandım.

Türk  kocam ilk iş olarak adımı değiştirdi. Adım Varter’dı. Bana “Bundan sonra senin adın Hüsne!” dedi. Eleni ise Fadime oldu. Türk kocamdan da dört çocuğum oldu. Bir kız, üç erkek. Çocuklarımın babası ne kadar iyi davranırsa davransın. Gerçekten çok zor bir durumdaydım.
Köyümüze alıştım. Köyde beni herkes Gelin abla diye çağırıyordu. Güzel bir bahçemiz vardı. İçinden kaynak oluklu pınarın suyu akardı. Evimizden Mağara Kayası, Orta Kaya, Uma Kaya görünürdü. Evimizin aşağısındaki Kocaözü tarafında Çobanpınarı, Kesikköprü, Kuruçay’ın bağları, bahçeleri sanki ayaklarımızın altında gibiydi. Geceleri tren sesi, Karamahmut’un dağlarında yankılanırdı. İlkokuldan çocukların cıvıltısı gelirdi.
Bütün meyveleri verirdi bağlarımız. Karamahmut’un elmaları, ayvaları meşhurdu. Ağzında erirdi. Nasıl da güzel kokardı. Kayısıları, kendiliğinden dökülürdü ağaçların dibine. Dutlar silkelenmeden dökülürdü. Pekmezler, pestiller yapılırdı. Ceviz ağaçlarımız çoktu. Asırlık ceviz ağaçlarından günlerce ceviz toplardık. Ellerimiz, ceviz kabuklarını soymaktan simsiyah olurdu.

Karamahmut Köyü 400 yıllık anıt Ceviz ağacı.


 Torosların evinin arkasındaki 400 yıllık ceviz ağacına bayramlarda salıncak kurulurdu. Erkekler Cüzüngüt’e bayram namazına gidip gelinceye kadar kadınlar, kızlar, salıncakta sallanır; türküler, maniler söylerdi.
Köyün ineklerini, davarlarını yayan çobanımız vardı. Tarlarımızda ekinimiz, arpamız, buğdayımız bol olurdu. Bostanlarımızda yetişen karpuzları, kavunları, sebzeleri taşımakla bitiremezdik. Hele mis gibi kokan şemem, hiç unutulur mu? İndibi ve dağın yamaçlarında, teveklerin altında kundak kundak üzümler, bal gibi olurdu. Her evin önündeki arı kovanlarından çıkan arılar, dağlara uçar, yabani çiçeklerden, bitkilerden dalak dalak bal yaparlardı.
Başpınar’ın iki gözlü taş oluğundan buz gibi su akardı. Köylüler sitil sitil yoğurtlarını, yağlarını, peynirlerini pınarın altına, uzunca taştan yapılan kanalın içine koyarlardı.

           Başpınar Pınar


Kar bir yağmaya başlarsa günlerce kesilmez, tepelerin ardında olan köyümüz, temelli kara teslim olurdu. Herkes dam üstüne çıkar, tahta kürüyecekle karı aşağı küreler. Damlar da damın üstündeki koca loğ taşı ile loğlanırdı ki evin altına su geçip damlamasın. “
Anneanne, köyünüzde komşularınız nasıldı? Hangi kabileler vardı? Lakapları neydi, diye sorunca. Anneannem, “Aklımda kalanlar “ Toroslar, Keloğlanlar, Kalaycı Yan Ali, Güleyin Yusuf’u Ahmedi, Kadı Uşağı, Aptoğlar, Otlu Uşağı, Haşallar, Muhacir Mahmut, Çalımlılar, Kızılcıklar, Zöhreler, Kesekler, Çakallar…” diye sıraladı. “Köylülerimizle güzel günlerimiz geçti. O eski günler bir hayal gibi geldi geçti. Ak bulutlar gibi yok oldu. Ve yıllar sonra acılarla yüklü hatıralar dışında hiçbir şey kalmadı…”
Anneannemin hafızası çok güçlüydü. 60 yıl önceki bu acı olayı anlatırken anneannem duvarda asılı gaz lambasının titreyen ışığına bakıyordu. Gözlerini gözlerimden hep kaçırıyordu. Kalbindeki acı, tüm dertleri yüzüne yansımıştı sanki. Yüz hatları yaşadığı acıyla doluydu. “Sürgünden kurtulmak, çocuklarımızı korumak için benim gibi birçok Ermeni kadın, Müslüman Türk, Kürt erkekle evlendik. Onlar da Ermeni kadınlarla evlendikleri için askere alınmaktan kurtulup savaşa gitmiyorlardı. Yıllar sonra da Ermeni erkek çocukları Müslüman Türk kızlarla evlendi. Böylelikle karıştık birbirimize…”
Anneannemin elinden gelmeyen iş yok gibiydi. Yemekleri de çok lezzetliydi. İçli köftesi, kaburga dolması, sarma, keşkek, mumbarı, yumurtalı çörekleri, lavaş ekmeği çok güzel olurdu. Anneannem, yemeklerdeki lezzetin sırrını şöyle anlatırdı. “Bir yemeğin lezzetli olması için malzemeden çalmayacaksın. Yani malzemeye kıyacaksın. Sonra, yemeği ocaktaki ateşe koyup unutmayacaksın. O yemekle sen de ağır ağır pişeceksin.” derdi. Anneannem, namazında niyazında bir insandı. Köyde anneannemin yardımseverliği ile ilgili anlatılacak birçok öyküsü vardı. Köylü onu çok sever sayardı.

1960 yılında bahçelerinin hemen bitişiğinden geçen yolun kıyısındaki oluklu pınarı yeniden yaptırmaya karar kılmış anneannem. Bağlarının karşısında kalaycı Battal’ın tarlasında, kocaman yapılı taşlar varmış. Bu taşların, tarihi kayıp kiliseden kalan taşlar olduğu rivayet edilirmiş. Anneannem, bu kilisenin hazır taşlarından sırdaşı Oluklu pınarı yeniden yaptırdı… Kavakların, söğütlerin, dut ağaçlarının altından gelen geçen, bu pınarın buz gibi sularından içiyor, testilerini dolduruyorlardı. Kürününden köyün malları, davarları su içiyordu… Varter anneannemin geçmişi, köylünün rahmet dilekleriyle sulandı… Yıllar sonra Varter bibinin Oluklu pınarı diye anılır oldu. Taş oluktan su akmaya devam etti.
Anneannem, biz çocukken bizim bahçemizin içinden çıkan suyun başına gider saatlerce tek başına oturur, suya bakar, gözleri dolu dolu kalakalırdı… Akan suyun sesini, cırcır böceklerinin, kuşların ezgilerini dinliyordu. Kimi zaman mırıldanarak pınarla konuşuyordu. Ölen bebeği, eski kocasını, kötü günleri, o geçmişini suda görüyormuş meğer…
Köyümüzün Gelin ablası Varter anneannem, 1979 yılında 100 yaşına dayanmıştı. Hazan mevsimi artık iyiden iyiye kendini belli ediyordu. Karamahmut’ta, yatağında son kez gözlerini açtı. Yatağının başındaki kızı Eleni’ye ( Fadime) baktı. Annem, anneannemin elini avuçlarının içine aldı. İçinden dualar okuyordu. İkisine birden baktım, ikiz kardeşler gibi ne kadar da birbirlerine benziyorlardı. Annemle birlikte ağlıyordum. Anneannem konuşmaya çalıştı, ama başaramadı. Çünkü ölüm, her bir nefeste daha bir yaklaşıyordu. Gözleriyle işmar etti, benden Oluklupınar’ın suyundan istedi. Yatağından doğruldu. Kalaylı tastaki suyu bir dikişte bitirdi… 
Gönül bahçesi tarumar olmuştu. Yıllardan sonra ilk kez dudaklarından ilk kocasının adı döküldü: " Kirkor" öyle yakıcı bir hasretle döküldü ki ağzından, ismi dudaklarını, gözyaşları da gül yanaklarını dağladı.
 Başını yastığa koydu. Yüzünde bir tebessümle gözlerini kapadı. Anneannemin sırlarını bir Oluklupınar, bir de ben biliyordum
Sabah ezanından sonra köyün camisinin hoparlöründen anneannem Hüsne (Varter) Hatunun salası veriliyordu.
Ve Varter bibinin Oluklu pınarı ağlıyordu…

Dip not: Hikaye anılardan yola çıkılarak yazılmış bir kurgudur.


Hekimhan Ebedeliğinden görünüm
 Karamahmut Köyü İlkokulu



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hekimhan - Basak Köyünde Kış Yarısı Geleneği Kuşaklar Boyu Yaşatılıyor.

AĞ TOPRAK ; BİR HEKİMHAN ÖYKÜSÜ

Malatya Hekimhan İlçesi Dursunlu Mahallesinde Dört Yüzyılık Ceviz Ağacı.