BİR BOZKIR KÖYÜ: GEBELİ / ARAPGİR
F.Demirtaş, M. Bölükbaşı
**Bir Bozkır Köyü: Gebeli / Arapgir**
Bozkırı anlatabilmek için önce onu duyumsamak gerekir. Bir toprağı anlatabilmek için de o coğrafyayı teneffüs etmek, mümkünse orada kök salmış olmak gerekir. 26 Haziran 2023, güneş tepedeyken Malatya’dan yola çıktık. Devlet Demir Yolları İşletmesinde Elektrik İşleri Müdürü , dünürüm Haydar Yıldız , İstanbul'dan Kurban Bayramı için gelen yönetmen oğlum Oğuzhan Demirtaş'ın demir atının terkisine binip Anadolu’nun bozkırlarında Arapgir’in Gebeli köyü, Şerek mezrasından dostum Mehmet Bölükbaşı’nın konuğu olmaya gidiyoruz.
Sivas yolu üzerinde bulunan arkadaşım Hasan Özhan'a ait Özka Tesisleri Kır Düğün Salonu ve Akaryakıt İstasyonunda demir atımızın yakıt ihtiyacını karşıladıktan sonra yolumuza devam ettik.
Tohma köprüsünü geçtikten sonra elektrik direkleri üstünde uzun gagalı, çırpı bacaklı leylekler, her defasında hiç şaşırmadan çerden çöpten yaptıkları yuvalarına bir erkek, diğeri dişi "çekirdek aile" planlamasıyla yerleşmişler. Aileye yeni katılan tüysüz "bebe"lerini solucanlarla, gagalayıp öldürdükleri yılan yavruları, kertenkele, kurbağalarla doyurarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Kış bastırmadan ailece uzun yolculuğa doğru göç edecekler.
Yazıhan ilçesinde, özellikle gün batımına yakın saatlerde ayrı bir güzelliğe bürünen, sarıya boyanan Ayçiçek tarlaları güneşe yüzlerini dönmüş ve adeta güneşi selamlıyorlardı. Ayçiçek tarlaları, birçok fotoğrafçı tarafından da çekim platosu olarak kullanılıyor.
Yazıhan yol ayrımında Arguvan, Arapgir, Keban, Ağın, Kemaliye istikametine saptık. Kuruçay köprüsünü geçtikten sonra tek şeritli asfalt yoldan devam ettik. Pancar tarlalarının yeşil halıları serilmiş, fiskiyeli suyla sulanıyordu. Güneşin altında gökkuşakları oluşturmuştu. Bu yıl aralıksız yağan yağmurlar nedeniyle doğada müthiş bir coşku vardı. Adam boyuna varan bitki örtüsü, papatyalar, gelincikler, sığır kuyruğu bin bir çeşit bitkiler güneşin bütün renkleri ile görsel şov yapıyorlardı. Hiçbir bitki diğer bitkiyi renginden dolayı aşağılamıyordu.
Bozkırın da kendine özgü güzellikleri ve birtakım özellikleri var. Her mevsimi ayrı bir güzellik barındırıyor. Malatya’nın tahıl ambarı Arguvan’da tahıl hasadı başlamıştı. Güneşin sofrasında; güneşin çocukları uçsuz bucaksız Van Gogh sarısı ekin tarlalarında, biçerdöverler ve traktörler eşliğinde karıncalar gibi çalışıyorlardı. Bölgemiz ve ülkemiz için hatırı sayılır katma değer yaratan bu insanlarımızla gurur duyuyorum.
Sürülerin, çobanların bayramıdır hozan tarlaları. Hayvanlar biçerdöverden toprağa dökülen taneleri ustalıkla bulup yiyorlardı.Deregezen köyü jandarma karakolunu geçtikten 5 km sonra Belediye otobüs durağının arkasında kalmış yolun solunda zor görülen "Gebeli" yazılı levhasına göre devam ediyoruz. Şerek mezrasında kenarında kerpiç yıkık evler, meşeler, iğdeler, alıçlar, akasyalar, evlerin önündeki bahçede üzüm asmaları, incir, nar, kayısı bozkırın ortasında yemyeşil yapraklarıyla adeta vaha gibi kendilerini sergiliyor.
Malatya yolundan 3 km içerdedir. İlçeye uzaklığı 35 km. Malatya'ya 85 km. Köy arazisi düz ve susuz tarıma elverişlidir. Yörenin Çukurova’sıdır. Buğday, arpa, nohut, mercimek önemli yer tutmaktadır.
Önce evine mihman olduğumuz sayın Mehmet Bölükbaşı'ndan bahsedip teşekkür borcumuzu ifade etmeliyim. Sempatik ve enerjik bir insan olan, hep gülen yüzüyle üzerimizde pozitif bir enerji bıraktı. Tanımaktan mutlu olduğumuz arkadaşıma yakın alakası ve konukseverliği için sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz. Köye yaptığımız geziyi yazmak benim için onurdur.
Mehmet Bölükbaşı ile söyleşimizde atalarının soy şeceresini araştırdığını söyledi: "Arapgirli bir Seyid Ailesi: Bölükbaşızadeler İnönü Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü-Hasan Dayangaç (Seminer çalışması 2004), Bölükpaşazade Hüseyin Avni Efendi Malatya İdare Müdürü, Mamüretülaziz Mebusu." İçin yapılan çalışmaların tezin fotokopisini gösterdi. Kendisinin tezi incelediğini ve düzeltmeler yaptığını ifade etti.
Bölükbaşı özgeçmişini anlattı:
“1959 doğumluyum. İstanbul Vefa Lisesi mezunuyum. İsviçre'de yaşamaktayım. Ata yurduma yazları geliyorum. Nevşehir’den taş getirip babam evimin yerine iki katlı ev yaptırdım. Evin çatısına 150 güneş enerjisi paneli koydum. Evin ihtiyacını 6 panel karşılamakta. Diğer paneller ile üretilen elektrik enerjisini Türkiye Elektrik Kurumuna vererek ekonomimize katma değer sağlıyorum. Mezramızda 8 hane var. Köylülerimizin çoğu İstanbul’da yaşamakta, yurt dışına gidenler var. Mezramızda okul yok. Öğrenciler taşımalı eğitim ile Arguvan'a gitmekte.
Bölge zamanında ormanlıkmış. 4 bin yıl süreyle, yaklaşık 1900'lü yıllara kadar ağaçlar kesilmiş yakacak olarak ve maden işlemede kullanılmış. Hala arazilerde demir cürufuna rastlanmakta. Bu bölgede yıllar önce de çakmak taşı işlenerek ticareti yapılmış. Küçükbaş hayvanlar, keçiler ağaçlara çok zarar vermiş. Şimdi köyde sadece bir kişinin sürüsü varmış. İçme suyu kaynak, 3 km Haraç yaylasından gelmektedir.
Bu bölgenin kısa tarihçesi:
"Hattiler, Hititler, Mitaniler, Luviler, Asurlar, Medler, Huriler, Urartular, Sakalar, Ermeni Krallığı, Pers, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti hüküm sürmüşler. Gebeli, tepenin yamacındadır. Az da olsa meşe ağaçları yer alır. Köyün etrafında Kazanç, Pirali, Ulaçlı, Esikli, Kılıçlı, Ağının Dibekli, Altın Ayva köyleri yer almaktadır. Geçim kaynakları tarım ve çiftçiliktir. Yurt dışı ve İstanbul ağırlıklı göç olmuştur. Gebeli (Ermenice Gaban Kabanlı) geçit anlamında, etnik yapısı Kürt, Türk karışık Alevi. Şerek mezrası Atma aşireti (Kürtçe) Alevilikten dönme Kürt Sünni Hanifi.” dedi.
Bölükbaşı’nın mezrasından ayrılıp yaklaşık 5 km köyün yaylası içme sularının getirildiği tarihi kalıntıların olduğu Haraç mevkiine gittik.Binlerce yıldır kadim uygarlıkların ayak izlerini bıraktığı nice ticaret yollarıyla donatılmış tüm Anadolu. Antik yollar, Roma İmparatorluğu döneminde örümcek ağı gibi coğrafyayı saran güzergâhlar, en eski dünya ticaret rotalarından biri İpek Yolu ve ona bağlı uzantıların birinde olduğumuzu söyledi.
Tepeden eşsiz sarı deniz manzarasını seyrederken, tüm huzuru iliklerinizde hissediyorsunuz. Muhteşem manzarasıyla ve temiz görünümüyle göz kamaştıran bu buğday, arpa tarlalarını seyrettik.
"Rüzgar
unutulmuş
bir dağ çeşmesine
götürsün bizi.
Zamanın saatleri unuttuğu
Şavkıyan bir dağ çeşmesine.”
—Behçet Aysan( Madımak katliamında hayatını kaybetti)
**Bozkırın Uzak Çeşmeleri**
Şiirdeki gibi rüzgar götürmese de, dostum Mehmet Bey bizi Pireli Haraç mevkiindeki Taşpınar’a (Ganiderık, kapının önündeki pınar) götürdü. Dört kişilik ekibimiz günün yorgunluğunu atmak için çeşmenin başında oturduk. Yanımızda getirdiğimiz karpuzu soğuması için kürün içine koymuştuk, dilimleyerek afiyetle yedik. Soğuk suları içip elimizi yüzümüzü yıkayarak çeşme başında sohbet ettik.
Tanrı tarafından mı dersiniz, doğa tarafından mı dersiniz verilen hüküm gereğince gök kubbenin altında yerin tüm kaynak suları gibi burada da su çatlağını bulup kara toprağa gürül gürül, şarıl şarıl, şırıl şırıl akıyordu. Ve etrafına, insanlara, kurda, kuşa, bitkilere can suyu olup bir yaşam döngüsündeki görevini yapıyordu.
Oğuzhan Demirtaş , Fikri Demirtaş, Mehmet Bölükbaşı
Serin rüzgârı bağrımızda, kuşların sesini kulağımızda hissediyoruz. Ne güzel bir çeşmeydi. Ne kadar şenlikli bir suyu vardı. Bozkırın bütün çeşmeleri gibi. Yazın tüm tarlalar, tepeler, tozlu yollar, ağaç gölgesine hasret bu topraklar susuzluktan yanarken, buz gibi bir su akıyordu oluğundan. İçmeye doyamazsınız. Önündeki yedi kürünü (yalak) dolduruyor, neşeli damlacıklarını etrafına sıçratarak hayratlık dut ağaçları, mamık (yabani erik), alıç ve meşe ağaçlarına can veriyordu. En ufak su birikintisini görünce dayanamayıp başlarını eğip sessiz sedasız ağlamaya başlayan sulu gözlü, boynu bükük söğütler de vardı.
Çeşmenin biraz üstünde yamaçta bir ağıl vardı. Öğlen sıcağında koyun sürüsü çatmalarla çevrili alanda başlarını birbirlerinin kuyrukları arasına sokmuş dinlenmeye çekilmişlerdi. Çeşmenin on beş metre altında eski bir kilise varmış. Otlar çok büyümüş, kalıntılar otların arasında kalmış. Çakmak taşları, küp, seramik parçaları, öbek öbek kazılmış yerler... Definecilerin elinin değmediği yer kalmamış. Köstebek gibi oymuşlar, tepelerde, ağaçların altında, çeşmelerin etrafında, kalıntılardan geriye taş yığınları, kırılmış sütun parçaları kalmış.
Bulunduğumuz yer Haraç, rakım 1350; tepesi 1500 m. Haraç’tan kuzey doğusu Munzur Dağları, kuzeyinde Göl Dağları, güneyinde Yazıhan Malatya, güney batısı Yama Dağları, Beydağları, Keban Barajı, Karakaya Barajı, Ağın’ın, Keban’ın toprakları... Muşar Dağı, Süryani Mor Ahron Manastırı görünüyordu. Dağlar, tepeler, geçmiş dinlerin kutsal mekanları, türbeler isim değiştirerek günümüze kadar gelmişler. Gizli gizli bu mekanlar defineciler tarafından tahrip edilmiş. Haraç'a demirin hammaddesini getirip ocaklarda eritmişler. Ormanlık bölge olduğu için buraya getirip ağaçları kesmişler.
Anadolu’nun kadim halklarından olan bu coğrafyada Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Türkler, Kürtler; Müslümanlar (Sünni, Alevi), Hristiyanlar ve diğer bazı inançlar, binlerce yıl bu topraklarda beraber, barış içinde yaşadılar. 1800'lü yılların ikinci yarısından 1900'lü yılların ilk çeyreğine uzanan bir süreçte yaşanan acılar elbette unutulamaz ama herkes kabul eder ki binlerce yıllık dostluk ve ortak yaşam, yüz yıllık düşmanlaşmadan daha değerlidir. Buna odaklanmak gerekir.
Şimdi birbirlerinin acısına, neşesine koşan insanlardan Ermeniler, Süryaniler yok artık. Bu dağlar, bağlar, dereler onlarla bir başka güzelmiş. Onların diktiği cevizler, dutlar şimdi öksüz ve tek başına. Kilisenin yıkılmış, harabe halde kalan duvar taşları otların içinde sonsuz uykuya dalmış. Kendi mezarı olmuş.
Kartal yuvası gibi Muşar Dağı'nın tepesinde kadim Süryani Mor Ahron Manastırı, Abdulvahap ziyareti yaşanan tarihte her şeye şahittir.Gebeli köyünün tepesinde, yaylasında kalıyordu çeşme. Sıcak yaz akşamları, tepesinde yıldızların oynaştığı eski kervan yolu buradan geçiyormuş. Göz alabildiğince uzayan arpa, buğday, nohut tarlalarına bakıyordu.
Yazın yabanda çalışan köylüler, öğle güneşinden kaçıp sığınırlarmış dut ağaçlarının altına. Dutları bal gibiydi. Ağaçların altındaki yeşil otlar, insanların, bazen geceleri çeşmeye gelip su içen kuşların, yaban hayvanlarının; bir tilkinin, kurdun ya da ayrık otlarının arasında dolanan sürüngenlerin dinlendiği, bayram ettiği bir mekandı. Rahat bir yün döşek gibi olmuştu ağaçların dibi. Altına uzanan birisi, yanında akan küçük suyun sesine dalıp gittim mi farkında bile olmadan uyku gelip çöreklenir gözlerine. Rüzgar, çevredeki otların, kır çiçeklerinin, sarı arpa, buğday başaklarının, tarlaların arasından uzayıp giden tozlu yolların, kadim yerleşim yerlerin harabeleri, kaya mezarları üstünde alıç ağaçlarının sesini ve kokusunu taşıyordu.
Dağ başlarında kuytu köşelerde, bir bozkırda sapsarı ekin tarlalarının içinde kendi yeşil yapraklı dikenli dalları ile makus kaderlerine terk edilen, kekremsi, yanar döner limon sarısı, turuncu meyveleri ile 'yabani alıç' ağaçları bazı kuşlara yuva, bazı hayvanlara ilaç oluyormuş.
Bir bozkır ninnisi tuttururdu rüzgar, bir Arguvan türküsü oldu bozkır...
Fotğraf Galerisi:
Yorumlar
Yorum Gönder