GELİN ABLA

Gelin abla, İsmihan Soğukpınar

Kara Mahmut köyünden Mevlünün Halil’in Kızı, Hacı Şeriflerin gelini İsmihan mahallede ‘Gelin Abla’ diye çağırılıyordu. Kocası yıllar önce ölmüş genç yaşta dul kalmıştı. Gelin abla yazları Cüzüngüt’teki bağ evlerinde yalnız kalıyordu. İki kız, dört oğlu, üniversiteler okumuş birer meslek sahip olmuş ve evlenmişlerdi. Üzüm asmasının altında oturmuş elinde tesbih çekiyordu. Asırlık ceviz ağacının altındaki Soğukpınarın gözesinden kuyuya akan su sesi yıllar öncesine götürüyordu. Gurbetten her sene yaz tatilinde gelen kaynı İsmail Efendi, görümcesi Elif Hatun’un ve kendi çocukları Ata ocaklarında toplanırlardı. Gelenler gurbet anılarını anlatır ve doyulmaz güzellikte keman, saz, flüt çalgıları eşliğinde türküler, şarkılar söylenirdi,. O güzel günler bir rüya gibi gözlerinin önüne geldi…
    
     Şimdide gurbet ellerinden kendi çocukları, gelinleri, damatları ve torunlarının yollarını gözetliyordu. Artık çok yaşlanmıştı. Sümerbank basmasından dikilmiş bir elbisenin içinde sırtının kambur çıkmıştı. Yazmasından dışarı taşan bembeyaz saçları boşuna ağarmamıştı. Ayağını sürükleyerek yürüyordu. Yıllar önce okuduğu kitapların adını bile söylüyordu. ‘İnce Memed, Yakılacak Kitap, Yaban, Kaplumbağalar vs.‘ Televizyonda hiçbir haberi kaçırmıyor, dikkatlice dinliyordu. Tek sıkıntısı; Uzun yıllardan beri vücudunun bazı bölgelerinde sürekli kaşıntı oluyordu Hastanelere gitmesine rağmen bir türlü geçmiyordu. Gelin Ablanın hafızası çok güçlüydü. Mahallede kendi çocuklarının değil; akrabalarının, komşularının doğan çocuklarının doğum tarihlerini de bilirdi.

     Altmış sekiz yıl önceki Garipağaların Pınarında ki olayı anlatırken, gözleri yaşarıyor o günleri sanki yeniden yaşıyordu. Gelin Abla ‘’ne zaman kürünlü bir pınar görsem içim ürperiyor, üşüyorum. İçimde, çok derinlerde bir yerlerim sızlıyor.’’ dedi. O günleri anlatırken Gelin ablanın gözlerinden yaşlar süzüldü. Kar gibi beyaz başörtüsünün ucuyla gözünün yaşını sildi, Bir iç geçirdikten sonra çocukluktan itibaren yaşamını başladı anlatmaya:
***
       ‘’Köyümüz Kara Mahmut’ta derenin yamacında kerpiç evler yan yana dizilmişti… İşte bu evlerden biriside bizim evdi. Hayratlık ihtiyar üç dut ve kocaman söğüt ağacı Başpınarın üstünü örtüyor ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlardı. İki taş oluğundan yazlı kışlı buz gibi su gürül gürül akıyordu. Köylüler yazları pınarın kürününe ekşimesin diye sitillerle yoğurtlarını, sütlerini bırakırlardı. Bahçelerimiz yemyeşildi, ağaçları meyve doluydu. Tepelerin yamaçları hep üzüm bağlarıydı. Güz gelince tenekelerce ceviz kabuğu soymaktan ellerimiz simsiyah olurdu. Kına yakmış gibi… Bizde dut ağacı çoktu. Dutluklarımız hazirandan başlayarak eylül sonuna kadar ürün verirlerdi. Sabah erken kalkılır, dut toplanırdı. Duttan bastık, kesmece, pekmez, döğmeç yapardık. Dutların bir kısmı da kurutulurdu. Elması, armudu bol olurdu. Hele bostanlarda yetişen kavunlar, karpuzlar teveklerin altında bekledikçe bal gibi olurlardı. Buranın şememleri belki hiçbir yerde yoktu. Öyle büyük olmazlardı. Sapsarı narin olur. Avucuna alıp burnuna tuttuğunda çok güzel kokardı.
    
     Kızlı-erkekli çocuklar oğlaklarımızı, kuzularımızı yakındaki köyümüzün tepelerine götürürdük. Ayağımızdan çıkan kara lastikli ayakkabılarımızla arkaları süre koşardık. Onlar koşar, biz koşardık. Ta önlerini kesip çevirene kadar… Küçükken hayal kurardık, herkesin hayali aynı: Okumak. Köyümüzde İlkokul dördüncü sınıfa kadar mutlu bir çocukluk yaşadım. Annem ölünce babam beni okuldan aldı. O gün çok ağladım. Annemin ölümünden sonra hiç çocuk olmadım, bütün ev işleri üzerime kaldı. Aylar sonra babam benden iki yaş büyük bir kızla evlenmişti. O da küçüktü, beraber oyun oynardık. Analığım gelince ev işlerini beraber yaptık. 
     
     Okuldan ayrıldıktan sonra bir gün rüyamda; kitaplarımı, defterlerimi rengârenk kanatlarını açmış, köyünün üzerinde uçan bir kuş gibi görmüştüm. Kitaplarım, defterlerimi, uçarak okulun damına konmuştu. 
***
      Babam evlendikten iki sene sonra kayısıların olduğu zaman, analığım: ‘’Seni evlendirecekler.’’ dedi. Evleneceğimi ilk duyduğumda şaşırdım korktum, ağlamaya başladım. Daha on dört yaşındayım. Ben evlenmek istemiyordum. Babamın zoruyla yaşımın iki katının iki yıl fazlası duvar ustası bir adama nişanladılar. Hiç görmediğim, hiç tanımadığım… 
        
    Bizim yörede veya köylerde eskiden kız çocukların özellikle de fakir aile çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesi çok sık rastlanan olaydı. Hele de erkek tarafı zengin köklü köçekli bir aile ise küçük yaşına bakmadan kızlarını verirlerdi. Bazen de erkek küçük, kız büyük olurdu. Büyük gelin evi rahat çekip çevirir derlerdi. Çok doğal bulurlardı bu tür evlilikleri. Ama neden bu kadar küçük evlendirmişlerdi? Gelini niye alırlar, herkes niçin gelin ister? Çalışmak için evi ahırı süpürsün, evde su yoksa sitille su getirsin, ekmek pişirsin, dut toplasın, kaynanasına, kayınbabasına, hatta evde küçük çocuklar varsa onlara baksın diye. Gelin bunlar içindir. Sonra bir de çocuk getirsin. Yalnız ki gelin küçük olsun. Kendi tertiplerine girsin. Eve gelin lazımdır derlerdi. Gelin dediğin önce evin malıdır, sonra kocasının. Geceden geceye oğullarının koynunda yatacak, kocasına karılık edecek, Kızların, oğulların evlenip evlenmeyeceğini sormazlar. Baba, anne nasıl isterse öyle olur. Onlar kimi münasip görürlerse ona karar verirlerdi.’’
***
       Gelin Abla titreyen elleriyle ellerinin üstünü kaşıdı, gözlerini buruşturdu. Anlatmaya devam etti…

       Düğün günü geldi çattı. Şimdi kardeşlerime, gelin olup gideceğimi fakat onları götüremeyeceğimi nasıl anlatacaktım? İkisini karşıma oturttum, ellerini tuttum, çocuklara mahzun gözlerle bakarak ’’Benim güzel kardeşlerim, beni dinleyin şimdi. Babam beni istemesem de beni gelin ediyor. Nurettin, bacın Gülizar sana emanet. Kardeşine iyi bak onu koru. Anladınız değil mi?’’ deyince Nurettin’in göğ gözleri sulandı. Başını eğdi.
 ‘’Bizi de götür abla.’’
 Başım yerde üzgün bir şekilde ‘’olmaz, Nurettinimmm, olmaz götüremem. ’diyorum.
Bembeyaz tenli, sarı gür saçlı kocaman yeşil gözlü güzel bacım Gülüzar bana sarıldı. 
’Gitme abla.’’ 
Gülizar’ım canım gideceğim yer yakın Hekimhan’ın içi. Babam Cuma günü sizi Han’a getirir bizde kalırsınız diyordum. Kardeşlerim laftan anlamıyorlardı! 
‘’Ablanız size kurban olsun. Ciğerimin parçası kardeşlerim. Ben sizi hiç bırakmak ister miyim?
Şimdi dışarı çıkın uslu uslu oynayın olur mu? Yeni doğan kuzumuza iyi bakın e mi?’’ Çocuklar dışarı çıktı. Derin bir nefes çektim onlara bakarak. Yetimleri analık eline bırakıp gidecektim. Babama kırgındım; yorgundum, en önemlisi çaresizdim. Kalktım, çeyiz sandığından anamın yazmasını çıkarttım, kokladım, kokladım… Bir fasıl daha ağladım.
***
     Gelin Abla bir ara durdu. İçini çekti. Düğün gününü anlatmaya başladı:

     ‘’Köyden gelinlikle ata bindirip götürdüler. Atın üzerinde, ağlamaktan bitap düşmüş, acı içinde çevreme bakıyordum. Kardeşlerim el ele tutuşmuş, kuzumuzla birlikte arkamız süre koşuyorlardı. Kalbim paramparça, gözlerimde yaşlar, İki saat süren yolculuğun ardından, Kuruçay’dan geçip İstasyon Yokuşundan düğün evine vardık. Beni attan indirdiler. Dayanmış döşenmiş güzel bir odaya yerleştirdiler. Beni de süslemişlerdi. Düğünde davulun sesi ve halaylar gün ağarana kadar devam etti. Evin bahçesinde yediler, içtiler, türkü söylediler, oynadılar; bense içerde divana uzanmış halde, hayatımın acılar içerisinde bir gününü geçirdim. Kaderim çizilmişti.
     Düğünde, kocam olacak adam takım elbise giymişti, başına da fötr takmıştı. Daha da büyük görünüyordu. Babam yaşındaydı. Ben ise ince, uzun, beyaz tenli, upuzun saçlarım belime kadar geliyordu. Ela gözlü güzel bir kızdım. Düğün bitip akşam oldu. On altı yaşındayken bebeğim İlhan’ı kucağıma almıştım.
       İşimizin çocuk doğurmaktan başka bir şey olmadığını öğrettiler bize. ‘‘Kocana sadık olacaksın’’ dediler. Evlendik çocuk yaşta, büyüdük, şimdi canımız yanmıyor. Hayallerimiz güzeldi. O hayallerimiz hep çocuklukta kaldı. İlk gece büyüttü. O acılar... Çok erken büyüdük, yokluk daha da büyüttü.’’
      Gelin olduğum ev, Garipağalardan İsmet Efendinin konağının tam karşısındaydı. Ev, çok geniş bir avlusu olan, büyük, iki katlı, çok odalı, eski, kerpiç bir evdi. Küçük bir bahçesi de vardı. Bahçede üç ağaç dut, iki ağaç kayısı vardı. Evin önünde rengârenk güller, teneke kutularda çiçekler dikilmişti. Bahçenin etrafı da siğeçle (çit) çevrilmişti. Bu evde kaynanam, büyük eltim, iki çocuğu ve kaynım İsmail’le beraber oturuyorduk. 
      O zamanlar evlerde su yoktu. Her mahallenin ayrı pınarı vardı. Bizim Taşbaşı mahallesinde Garipağaların tarihi konağının yamacında kesme taştan yapılmış Garipağaların pınarı vardı. Pınarın üzerindeki Osmanlıca kitabede yaklaşık iki yüz yıllık olduğu yazılıymış. Söylentilere göre; Bu pınarının suyu Yücekaya’nın altında ki kaynaktan gelirmiş. Kurnasından soğuk buz gibi yazlı- kışlı sürekli akardı. Mahallenin kadınları, çocukları gece-gündüz pınar başında bir kova su almak için sıraya girerlerdi Evlerde kazanlar, leğenler doldurulurdu. Su doldurmayı beklerken sohbetler, dedikodular edilirdi. Hayvanlarda pınarın kürününden su içerdi. Güzün, pınarın önündeki boş alanda kazanlarla bulgur kaynatılıp toprak evlerin damlarına serilirdi. Evler birbirine bitişikti. Bahçeli ev çok azdı. O bahçeler de bu pınardan akan suyla sulanırdı. 
    
     Zaman geçtikçe evimin, doğduğum köyün, kardeşlerimin hasreti de büyüyor, ciğerimi yakıyordu. Her biri gözlerimin önünden geçiyordu. Annem ölmeseydi bu işler başıma gelir miydi hiç? Küçük kardeşlerimi analık elinde kalır mıydı?  

    Yıllardır gelinlik tuttum. Gelin geldiğim evde. Çok az konuşurdum. Bir şey soracak olsalar, öyle cevaplandırırdım ki, konuşmak denmezdi ona. Şaşardınız. Bizim zamanımızda köy yerinde yeni gelinler, kocaları dışında aile büyükleriyle, bir saygı ifadesi olarak konuşmaz, Başıyla eliyle cevaplar verir, bazen hafiften tek kelime söylerdi. Hayır, ‘çıt’ Evet ‘Isss’ dı. Bu suskunluk uzun yıllar sürebilirdi. Büyüklerin gelinlerin konuşmasına izin verinceye kadar...    
Gelin Abla gözünü kapattı, derin bir ‘’Ah!’’çektikten sonra. Boğuk bir sesle devam etti:
       ‘’ İkindi zamanıydı. Güneş toprak damların üzerine sarı çarşaf gibi serilmişti. Garipağaların İsmet Efendinin Konağının önünde oynayan, benim yaşımda çocukların bağırtıları sesleri geliyordu. Utanmasam gidip ben de oynayacaktım onlarla. Evimizin kapısının önünde oturmuş sırtımı duvara vermiştim. Bebeğime hırka örüyordum, Üç yaşındaki kıvırcık saçlı, siyah iri gözlü, apak oğlum tek başına salıncağın yakınında, dut ağacının altında oturmuş kendi kendine elinde küçücük oyuncak bir sitille oynuyordu. Göz ucuyla takip ediyordum. Ben yine düşüncelere dalıp gitmiştim. Kaynanam ise içerde, ocağın önünde yemek pişirmekle meşgul görünüyordu. Elimde örgünün ipi kopunca, onunla birlikte düşüncelerimin zinciri de kopuverdi. ‘’
   Köprülü Mehmet Paşa camisinden ezan sesi de duyuldu. Damın siviğindeki paçalı güvercinler, kanat çırparak caminin minaresinin üzerinde bir yay çizerek yükseldiler göğün yüzüne. Bahçedeki tavuklar, güneşin inmesiyle birlikte kümesin önünde eşeleniyorlardı. Kümesin önünde tavuk gıt gıtlayarak civcivlerine yem buluyordu. Bir tehlike görse hemen onları kanatlarının arasında saklıyordu.
         ‘’ İlhan’ım açık olan bahçe kapısından çıkarak benimle her gün gittiği mahallenin pınarına, sessizce, elinde küçük oyuncak bakır sitille gitmiş. İlhan pınarın oluk kısmına eğilip sitili su doldurmak isterken aniden dengesini kaybedip içi su dolu yarım metre derinlikteki kürüne düşmüş. Kimsenin düştüğünü görmediği minik İlhan’ım çırpına çırpına boğularak yaşamını yitirmiş. Bir süre sonra pınara giden çocuklar, İlhan’ın cansız bedenini kürünün dibinde görmüşler. İlhan’ın cesedi komşular tarafından çıkarılmış.
         Mahallede bir bağırtı, bir gürültü geliyordu. Aniden bahçe kapısından bir komşu kız çocuğu bağırarak çıkageldi.
‘’Gelin abla! Gelin abla! Kalk, koş, çabuk!’’ dedi, nefes nefese ve telaşla. Yüreğim hoplayarak elimdeki örgüyü bıraktım. Dutların altına, salıncağa baktım; Oğlum yoktu. Bağırmaya başladım.’’
’’Kız ne var, ne oldu? İlhan mı?’’
‘’He !’’dedi kız.
‘’Söyle, ne oldu?’’
‘’Oğlun pınarın kürününe düşmüş ‘’dedi.
Kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı. Yerimden fırladım. Saçım başım açık ve dağınık ayağım şalvarlı, yalınayak, hızla koşmaya başladım. Oğlumu yerde uzanmış görünce aklım başımdan gitti. Hem bağırıyor, hem de göğsümü yumrukluyormuşum. Ağlayarak yavrumu kucağıma almışım ve deli gibi göğsünde sıkmışım oğlumun vücudunu. 
‘’Ah, yavrum, yavrum! Aslan yavrum benim. İlhan, uyan İlhan, benim aslan İlhan’ım!’’diyerek çocukla kucağımda bayılmışım. Bağırtıya, figana komşular dışarı fırlamışlar. O sırada bütün kadınlar da ağlamaya başlamışlar.
Hekimhan Köprülü Mehmet Paşa Camii

        Camiden çıkan Osman Ağa, Garipoğlu Turan, kaynım İsmail Efendi, Hüsnü bey, Camcı İhsan Efendi ve kocam Abbas Efendi… Çınarlı Kahvenin önünden sokağa girmişler. Garipağalardan İsmet Efendinin konağının önüne henüz yeni gelmişler. Çocuklar koşarak kocam Abbas Ustaya;                                                 Garipağalaron pınarı                     
                                                                                                                 
‘’ Abbas amca! Oğlun İlhan kürüne düşüp öldü’’ deyince, iki üç adım ancak attıktan sonra gözü kararmış, olduğu yere yığılmış. İşte o gün ilk kalp krizini geçirmişti.’’ 
***
Gelin abla o gün sabaha kadar yavrusunun yanına uzandı. Üç yıl sütünü emzirdiği cansız yatan oğlunu kucağına aldı ve yüzüne bakarken, sanki onu gözyaşlarıyla yıkamak istercesine ağladı. Sonra soğuk minicik bedenini göğsüne bastırdı. Kollarıyla sıkıca sardı. Gözlerini yavaşça göğe doğru kaldırdı. Tavanı delip geçecek Tanrıyı görebilecek gibi gözlerini hareket ettirdi. Sonra;’’ Tanrım! Ne olur benim de canım al’’ diye bağırdı. 
Gaz lambasının titreyen alevin ışığı annesini ve kucağındaki cansız bedeni yavrusunu son kez aydınlatıyordu. Artık onu melekler kucaklayacaktı. .Gelin ablanın kucağından alınan yavrusu, camide namazı kılındıktan sonra mezarlığa götürüldü. O gün ne Gelin ablayı, nede kadınları mezarlığa götürmediler. O zamanlar buralarda kadınlar mezarlığa götürülmezdi.
            Gelin Abla bu acı ve inanılmaz olayı anlatırken bakışları tek bir noktaya sabitleniyordu. Arada bir kollarını, ellerinin üstünü kaşıyordu…
    ‘’ Ancak kırk gün sonra kadınlarla birlikte mezarlığa gidildi. Mezarlıkta dağıtılmak için yuka ekmeklerin içine yapılan helva birer topak konmuştu.. Yaşlı bir kadın Kuran okudu. Mezarın üzerine buğday serpildi. Mezarın başında ağladım ağladım. Ağıtlar yaktım. Mezarın üzerine yığılıp kalmışım.
    Çocuğumun acısı bana yetmezmiş gibi, kaynanam bir taraftan, kaynım bir taraftan, her gün bana kızıyor, çocuğun ölümünden beni sorumlu tutuyorlardı. Kaynanam altmışına yaklaşmış, al yanaklı, boylu poslu, karakaş, kara gözlü yiğit bir kadındı. Çocuklarına kıymazdı. Kışları erkenden kalkar damın karlarını kürürdü. Kocam sabah erkenden kalkıp bir köye çalışmaya gitmişti. Kaynanamın kızgınlığı üzerindeydi. Elini beline koyup kapının önünde yine söylenmeye başladı.’’
‘’Geliiin! Bütün bunlara sen sebep oldun. Bak, bir tavuk on civcivine bakıyor, sen bir çocuğa sahip çıkamadın, öldürdün! ‘’dedi.
Ürkek bir sesle karşılık verebildim:
‘’Ben ne yapayım, ben ölmesini ister miydim, elimden ne gelirdi?’’ 
Kaynanam gözlerini belerterek
’’ Hala karşılık veriyorsun utanmaz gelin! Torunumun katili oldun. Elinde örgü oldu mu dalıp gidiyorsun. Ne kulağın duyuyor, ne gözün görüyor. ’’diyerek üzerime yürüdü. Bir tokat patlattı ki sesi havada çınladı. Bütün gücüyle itti beni, odanın duvarına çarptım. Can acısıyla hıçkırarak yere düştüm. Odanın kapısı kapandığında, ortalıkta hıçkırıklarımdan başka ses kalmadı. Uzun bir süre can acısıyla ağlayıp durdum. 
***
         Oğlumun ölmesi, mahallemizde büyük bir duygu seline yol açmıştı.. Günler sonra oğlumu kaybetmenin büyük acısı ve kardeşlerime duyduğum özlem sonucunda kocam moral olsun açılırsın diye beni köyüme götürmeye karar verdi. Komşumuz Ahmet Ali efendiden aldığımız bir katırla yola çıktık.
       
       İstasyon köprüsünü geçerken Kuruçay kıvrıla kıvrıla akıyordu. Doğduğum köye yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Beni uğursuz kaderime sürükledikleri anı hatırladım. Acı hatıralarım canlanıyordu. Köyümüzün mezarlığı tepeyi açınca önümüzde belirdi. Sonunda, dutlar, kayısılar, ceviz ağaçları arasından köyümüz göründü. Akşam güneşi caminin minaresinin âleminden yansıyor ve adeta tüm köyü aleve veriyordu. Güvercinler, damların üzerinde kanat çırpıyor ve takla atışlarıyla bize hoş geldin diyorlardı.
    
     Evi ve kardeşlerimi görmek, bende yoğun duygulara yol açtı. Heyecanımdan olduğum yere yığıldım. Hıçkıra hıçkıra kardeşlerime sarıldım. Evimizin eşiğini derin bir bağlılıkla öpüp duruyordum.    
Ertesi gün iki kardeşimi yanıma alıp mezarlığa gittim. Annemin mezarında Tanrıya yakardım. Uzun uzun ağladım. Köyde üç gün, üç gece kaldım.
     ***
      ‘’İki yüz yıllık pınarın kurbanını ben verdim. Kuruyasın, viran olasın! Oğlumu elimden aldın.’’ diyerek karışlar (kargışlar)ettiğim pınara yıllarca gitmedim. Yıllardır ilk yavrum İlhan hiç aklımdan çıkmıyordu. İkinci bir evlat acısı yaşamamak için her namazımda seccadenin üstünde ağlıyorum, kendi canımı alması için Tanrı’ya dualar ediyorum.
***
      Yıllar sonra, mahallede oynayan çocukların anılarını saklayan Garipağaların o muhteşem tarihi konağı satılıp yerine üç katlı apartman yapılmıştı. Sırtını konağa dayayan tek başına kalan tarihi pınar da yetim kalmış, sessizce etrafı seyretmekte. Sahipsiz mezar gibi; ne geleni var, ne gideni… Belediye, sokağa her asfalt yapmada pınar, yarı beline kadar toprağa gömülmüş. Kurnası paslanmış, akan suyun sesi de yitip gitmiş. İki asırdır mahalleye yaşam veren bu pınarın şimdiki yıkkın(viran) durumu içler acısıdır. Konağın önünde, merdivenlerinde oynayan çocuklardan, anısı olanların içini hala kanatmaktadır…
    
    Garipağalarının Pınara, Gelin Abla’nın karışı mı tutu nedir? O güzelim tarihi konağın yıkılmasına da kimin ahı tuttu? O da bilinmez…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hekimhan - Basak Köyünde Kış Yarısı Geleneği Kuşaklar Boyu Yaşatılıyor.

Malatya'nın Ermeni Terzilerin Unutulmaz Anıları

HEKİMHAN- ULUGÜNEY İSTASYONU VAGON OKUL