Sır Sevdam

Sır Sevdam

Seni ilk gördüğüm o an,
zamanın zincirleri çözüldü sanki;
uzun bir hasretten sonra
gerçeğe dokunan, kırılgan bir rüyaydın.

Gözlerimde birikmiş ne varsa,
o düşte can bulmuştu yeniden.
İpek ve sırmadan dokunmuş o simsiyah saçların
rüzgârla değil,
içimdeki bir nefesle dalgalanıyordu.

O siyah gözler... iki kayıp yıldız gibi,
yüreğime usulca batan
tatlı bir hüzün ışığıydı.

Seni görmeden önce,
dünyam kasvetli bir gölgeden ibaretti.
Kuruyan dudaklarıma düşen
ilk safir çiğ tanesi oldun;
yavaşça solan bir yalnızlığa,
kaybettiği son sıcaklığı
usulca bağışladın.

Gönlümün en ücra,
en unutulmuş dehlizine —
bir yaz akşamı patlayan iğde çiçeği gibi —
teninden sızan o keskin kokuyu,
yarım kalmış yakıcı bir bahar yerine bıraktın.

Şimdi bu sessizlikte...
yine o donmuş zamana,
fotoğrafına bakıyorum.
O anı hapseden karede
gözlerin yine bana
acıtarak bakıyor gibi.

Her geçen an hasretim dağ oluyor,
yüreğim sensizliğin
buzdan rüzgârında
savrulan yaprak misali titriyor.

Sen benim sonsuz sır sevdamsın;
dokunmadan, kavuşmadan yanmayı öğrendiğim,
sadece kalbimin kuytusunda yanan
yasaklı bir alev.

Keşke özlediğim her an,
adını kalbimden değil,
teninden okuyabilsem.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Arguvan'da Lezzetin ve Geleneğin Buluştuğu Gün: Yöresel Yemek Yarışması Coşkusu

Fırat'ın Kıyısında Bir Zaman Yolculuğu: Gerger'in Saklı Köyleri

Kayısı ve Su: Hayati Bir İlişki